NECİP FAZIL VE BÜYÜK DOĞU RUHU

TAKİP ET

Yazar Düşünür Sadık Yalsızuçanlar, Yirminci yüzyıl edebiyat, düşünce ve siyaset hayatımızın en renkli simalarından Üstat Necip Fazıl Kısakürek'in Büyük Doğu mücadelesine ilişkin notları okunmaya değer. Sizlerle paylaşıyoruz.

 

 

Yirminci yüzyıl edebiyat, düşünce ve siyaset hayatımızın en renkli simalarından Üstat Necip Fazıl Kısakürek’in, yol arkadaşlarıyla birlikte kotardığı Büyük Doğu dergisi, aralıklarla, zorluklarla ve olaylı bir biçimde 1943-1978 yılları arasında yayımlanmıştı. Kısakürek’in sonradan aynı adla bir ‘cemiyet’ de kuracağı ve sonraki yıllarda farklı örgütlenmelerle sürdüreceği, aynı zamanda bir toplumsal idealin iletişim zemini olan Büyük Doğu’da dönemin ünlü okur-yazarlarının da yazıları, şiirleri, değinileri yayımlanmıştı. Keskin ve sert bir dille yürüttüğü siyasal muhalefeti, Kısakürek’in başına çok dertler açtı. Kovuşturmalar, soruşturmalar, tutuklanmalar ve hapislerle geçen ıstıraplı bir ömrü geride bıraktığında, Üstat’ın Büyük Doğu çabasının aslında bir yayıncılık-dergicilikten çok bir toplumsal-kültürel-siyasal ütopyası olduğu anlaşıldı.

Kısakürek, Büyük Doğu derken, batılılaşma merkezli bir modernleşme politikasına karşı çıkmış, “Batı”nın yerine “Doğu”yu ikame etme, merkeze alma ve temel referans olarak görme çabasına girişmişti. Sonradan Büyük Doğu zemininde yetişen ve açtığı çığırda oluşan birikimin meyvelerini verdiğini de gördü. Zaman zaman düş kırıklıkları yaşamasına, öfkelenmesine rağmen, aslında son derece umutluydu. Bu umudunun ne denli sahih olduğunu tam olarak göremedi. Bugünleri görseydi kim bilir, ‘surda açtığı gedik’in nasıl muazzam bir yatağa dönüştüğüne tanık olacaktı.

Necip Fazıl Kısakürek, aslında, bizim, son yüz-yüz elli yıllık entelektüel tarihimizin önemli parametrelerinden birini de ima ediyordu. İslamcı, milliyetçi, batıcı ya da başka bir ideolojik kamptan, hangi siyasal-ideolojik kimlikten olursa olsun, son yüz-yüz elli yılın ‘aydın’ları, genellikle edebiyatçılardan oluşmaktaydı. Türkiye’de, misyon sahibi seçkinlerin çoğunun edebiyatçı olmasının birçok nedeni olabilir. Burada bunu sadece vurgulamakla yetinelim. Namık Kemal, Ziya Paşa, Şinasi, Yahya Kemal, Yakup Kadri, Şevket Süreyya, Nazım Hikmet, Necip Fazıl, Sezai Karakoç, Peyami Safa, Oktay Akbal vb isimler çoğaltılabilir ve bunlar, şair, öykü-roman yazarı ne olursa olsunlar, bir biçimde politik bir kavganın, ‘dava’nın, çabanın içinde bulunmuşlardır.

Sezai Karakoç gibi ince bir çizgide, bir karınca sabrıyla hayatını ‘Diriliş’ öğretisine adamış edebiyatçılar nadirdir. Bunlar sanatçı kimliklerini politik kavgalara kurban vermemişlerdir. Ama, bizim 19-20. yüzyıl düşünce ve siyaset tarihimizin başat figürleri genellikle edebiyatçılardır. Edebiyatçılarımızın çoğu, aynı zamanda bir ‘dava’nın sahibidir. Bir kavganın içinden geçmiştir. Aşırı biçimde politize olmuştur. Bunun En renkli örneklerinden biri, Büyük Doğu ve mimarı Necip Fazıl Kısakürek’tir.

Büyük Doğu’nun farklı dönemlerinde, o dönem okur-yazarlarının imzalarına sıklıkla rastlanır. Örneğin ilk dönemde, Özdemir Asaf’tan Sait Faik Abasıyanık’a, Murad Uzdilek’ten Oktay Akbal’a, birçok isim yer alır. Türkiye’nin entelektüel varlığının büyük bir kısmı, Necip Fazıl’ın ‘Büyük Doğu’ ülküsünün yağmurunda mutlaka ıslanmıştır. Cemil Meriç dahi, ‘ben bir yanımla Büyük Doğu’luyum’ der. Üstad’ın, ‘İdeolocya Örgüsü’ adıyla sistematize ettiği mefkuresinin en canlı iletişim ortamı Büyük Doğu dergisidir. Büyük Doğu aynı zamanda, Bâbıâli ortamında farklı bir rüzgar estirmiş, ayrıksı, giderek özgün bir dil ve iklim yaratmıştır. Farklı duyarlıktaki aydınların Büyük Doğu’da bir araya gelişi, Necip Fazıl’ın kültürel perspektifinin genişliğiyle de açıklanabilir, dönemin şartlarıyla da…Kimileri bunu, O’nun karizmatik kişiliğine, kimileri ise, bunu idealine giden yolda gözettiği politik bir tutum olarak yorumlayabilir. Gerekçesi ne olursa olsun, farklı siyasal-ideolojik kimlikteki bir çok kişinin aynı iletişim ortamında buluşması son derece dikkate değer bir durumdur.

Büyük Doğu, derleyen, toparlayan, bir araya getiren bir düşünce ve sanat ortamı olabilmiştir. Daha doğrusu, düşünce ve sanat dünyasına geniş perspektifli bir iletişim ortamı haline gelebilmiştir.

Abidin Dino veya Aziz Nesin’in Necip Fazıl’la ilişkisi, bugün benzeri aydınlarda pek rastlanan bir şey değildir. Bunu, bir dönem Edebiyat Dergisi'ni bize armağan eden Nuri Pakdil’de de görebiliyoruz. O dönem sağ-sol eksenli ayrışmanın keskinliğini, aradaki duvarları aşarak Pakdil’in farklı çevrelere, kişilere seslenebildiğini görüyoruz. Bunu hem yayımladığı ‘edebî ürün’lerle hem de bizatihi sağlıklı bir iletişim biçimi olan mektupla yapabiliyor.

Necip Fazıl’ın Büyük Doğu ile oluşturduğu iklimin iletişim boyutlarını göstermesi açısından Abidin Dino ile Aziz Nesin’in, kendisine yazdığı iki mektubu buraya almakta yarar görüyorum :

Necip,

Mehmet’in doğması –bilmem inanır mısın- benim için bir bayram. Çok seviniyorum. Yüzünü gözünü merak ediyorum. Nasıl şey, çok bağırıyor mu? Görmek lazım vesselam.

Dünya yüzüne ayağı uğurlu geldi. Mehmet bu, şaka değil, kolhoz reisi filan olur inşallah.

Seni öperim.

Karına, yeryüzüne bir Mehmet kazandırdığı için teşekkür, ellerinden öperim.

Abidin.

(Mehmed’e selam, artık çabuk büyüsün, unutma söyle)

Abidin Dino

Üstat,

Çoktan beri ziyaretinize gelmek istiyorum. Ancak ben, sizden çok uzakta oturuyorum. Çatalca’da kimsesiz çocuklar için kurduğum vakıfta yaşamaktayım. Yine de bir gün ziyaretinize geleceğim.

Kültür Bakanlığı büyük ödülünü kazandığınız için sizi candan kutlarım. Bu ödülü almakla Kültür Bakanlığı'nı onurlandırdınız.

Size gelecektim, ama üç gün sonra Almanya’ya gidiyorum, bir ay sonra döneceğim.

Altı yıldan beri ‘Nesin Vakfı Edebiyat Yıllığı’ adı ile bir yıllık çıkarmaktayım. Size son sayısını gönderiyorum, tetkik etmeniz için. İnşallah yüzüncü yaşınızda da sizi tebrik etmek bana kısmet olur. Ben sizden dokuz yaş küçüğüm.

Nesin Vakfı Edebiyat Yıllığı için, 75. yaşınıza dair bir yazı vermenizi rica ediyorum. Bu yazıyı eski Türkçe yazabilirsiniz. Size daha kolay gelirse. Yazmaya zamanınız yoksa bu mektubu size getiren hanıma söyleyerek yazabilirsiniz. Ama ben sizin yazınızı tercih ederim.

Yazı, istediğiniz uzunlukta olabilir. Her ne isteseniz yazınız. Mesela 75. yaşınız dolayısıyla bir muhasebe, geçmişle muhasebe… Yahut hatıralarınızdan bir bölümü anlatabilirsiniz. Şiirinizde yahut tiyatro yazarlığınızdaki merhaleleri de açıklayabilirsiniz ya da büsbütün başka şeyler…

Yazınızla birlikte bir de fotoğraf rica ediyorum.

Bu yıllığın neşri gecikmişti. Bu münasebetle mümkün olduğu kadar çabuk gönderirseniz beni sevindireceksiniz.

Ziyaretinize geleceğim.

Yolunuz düşerse bir gün vakfa da misafir etmekten şeref duyarım.

Neslihan Hanımefendiye lütfen saygılarımı bildiriniz.

Her zaman dostluklar…

Aziz Nesin

Bu diyalojik iletişim dili, Büyük Doğu’nun sayfalarına da egemendir. Dergiye rengini veren Necip Fazıl’dır, onun öğretisidir. Fakat başka dünyalarla kurulan iletişimin sınırları hayli geniştir.

Büyük Doğu ile ilgili sayısız anekdot yayımlanmıştır. Halen de yazılmakta, anlatılmaktadır. Necip Fazıl’ın Büyük Doğu ile özdeşleşen düşünce ve yayın dünyasının ne denli ilginç ayrıntılar içerdiğini bu anekdotlardan izlemek mümkün.

Örneğin, gazetelerin ‘dil’i ve yayın politikasındaki ikiyüzlülüğe ilişkin bir anekdot Cinnet Mustatili’nde geçer. O’nun en güzel kitaplarından biri olan Bâbıâli’de de, Büyük Doğu’yla ilgili pek çok anekdot yer almaktadır.

Basın ve Riya’ya ilişkin bölüm şöyledir :

“Gece yarısına doğru Adana… Jandarmalarım o kadar nezâket gösterdiler ki, gar lokantasında yalnız başıma yemek yemem ve serbest bir yolcu gibi hareket etmem için adeta bana yalvardılar. Bu çocuklar anlamışlar ki, muhafızlarım kaçsa benim onları kovalamam icap edecek kadar nazik ve emin şartlarda bir insandım ben…Gar lokantasında, ilaç alır gibi, mahzun yemeğimi yedim, zevceme bir mektup yazıp postaya verdim ve kompartımanıma döndüm.Tam vagonun basamaklarına ayağımı atarken yanıma birkaç kişi sokuldu. Benimle görüşmek istediklerini söylediler ve kompartımana girdiler. Gûya şimendifer ve Büyük Doğucu imişler…Bir ikisi, aydınlık yüzlü ve temiz halliydi ama biri gayet şüpheli, neredeyse yere yıkılacak kadar sarhoş ve biri gayet şüpheli, neredeyse yere yıkılacak kadar sarhoş ve son derece musallat tavırlı…

Temiz halliler, âdeta gözlerinin kuyruğuyla bu adamı bana ihtar etmek istiyorlar, fakat alelusûl bizim Müslümanlarımızdaki yersiz çekingenlik ve utangaçlık yüzünden açılamıyorlar, mahut şahıs da onlara tek kelime söyletmeden yalnız kendisini ileri sürüyordu. Mahut şahıs -ki, bir timsah kadar çirkindi- bir sürü “malayani”den sonra, benden kendisini tekrar arayacağıma dair söz istedi ve bunu bir “büyük laf”a bağlamak ihtiyacını duydu:

-Namus ve şeref sözü veriyor musunuz? diye fâtihane haykırdı.

Sarhoşun bu halinden o kadar sıkıldım ki, şu cevabı verdim:
-Bırakın bu namus ve şeref tekerlemelerini! Bana Allahtan ve ahlaktan bahsedin!.

Sahiden iyi niyetli ve iyi halli insanların arasına karışan, kendisini başlangıçta onlardan gibi gösteren, buna rağmen taraflarından tekzibe uğramayan, üstelik tekzibe uğramayacağını evvelden bilmişçesine küstahlıkla ileriye giden sarhoş, meğer bir gazeteciymiş!..Nitekim ertesi günü, gazetesinde benim için şunları çırpıştırmış:

“Süper Mürşitle trende görüştüm. Etrafını Büyük Doğucu müritleri sarmıştı. Ben namus ve şeref diye bir şey kabul etmem dedi bana…”

Ne buyrulur?

Bu entipüften vaka’yı etrafımdaki ve memleketimizdeki gazetecilik sanat ve iffetine bir örnek diye kaydediyorum. Yoksa değer miydi hiç? Bakın biz neyiz ve nasıl gösteriliyoruz; ne diyoruz ve ne demiş oluyoruz?

(…)”
 

Necip Fazıl Kısakürek-Cinnet Müstatili – 95/96. sayfa..

Gazeteciliğin ikiyüzlülükle nasıl alûde olduğunu gösteren sayısız örnekten biri. Necip Fazıl’ın kitaplarından böylesi anılara sıklıkla rastlanır. İlginç bir ayrıntı da, konuşmanın gazeteye nasıl yansıdığı. Bu, keçisi çalınan hocanın, ‘hoca keçi çaldı’ başlığıyla haber yapılmasına benziyor. Bu ünlenmiş örnek, basın-yayın ortamının ahlakî yapısını ima ediyor. Esasen yazılı, işitsel-görsel iletişim ortamları, ancak etik içinde kalınarak açımlanabilen kodlara sahiptir.

*   *   *

Büyük Doğu’ya Necip Fazıl’ın nasıl titizlendiğini pek çok tanık anlatır. O’nun yaptığı her işi titiz biçimde, kendi tümüyle vererek kotardığını bilenler bilir. Bu, hem O’nun mizacıyla hem de dehasıyla ilgili bir tutumdur.

1965 yılında derginin yeniden yayımı sırasında nasıl dikkatli ve titiz çalıştığını Ali Gengeç şöyle anlatır :

“1965 Büyük Doğu’ların çıkarılmasında, Üstad Necip Fazıl Kısakürek’e yardımcı oluyordum. İdarehanede, matbaada…

Gedikpaşa’daki idarehanenin zemininin beyaz muşamba ile kaplatmıştık. Üstat muşambanın temiz olmasını istiyordu. Ben de elimden geldiği kadar temizliğe dikkat ediyordum. Dışarıdan gelenlerin, mutlaka kapıdaki paspasa ayağını silmesini, bundan sonra idarehaneye girmesini istiyordu, Üstad… Birçok kimse ayağını paspasa temizlemeden idarehaneye giriyordu. Üstad bu kimseleri kapıya gönderiyor; ayağını paspasa sildikten sonra içeri kabul ediyordu. Tabiî bu arada, epeyce de azar yiyorlardı.

Üstad mecmuanın baskıya hazırlanması için, büyük gayret sarfediyordu. A’dan Z’ye her şeyi kendisi hazırlıyordu. Yazı yazılması yanında, gazetenin mizanpajı ile de ilgileniyordu. Gazetenin baskıya hazırlanması için, sabahtan akşama, akşamdan sabaha kadar çalışıyordu. Çoğu zaman da sabahlara kadar meşgul oluyordu. Birçok geceler, bir kanepe üzerinde birkaç saat uyuduktan sonra, yine aynı şevkle çalışmaya devam ederdi. Gazetenin çıkarılma zamanında, çok sinirli oluyordu. Bazen de çok uysal… Bu zaman yeni bir buluş, yeni bir fikirle, karşımızda görüyorduk.

Üstat randevularına sadıktı. Randevusuna hiç gelmediğini hatırlamıyorum. Bazen ulaşım vasıtalarının, zamanında kalkmaması sebebiyle 5-10 dakika geç kalabilirdi. Bu sebeple, Üstat’la randevulaşıp da gelmeyenler. Üstat tarafından azarlanırlardı.

Bu sıralar Üstat bir yandan mecmuayı hazırlıyor, bir yandan da meşhur konferanslarını hazırlıyordu. Hatırladığım kadarı ile “Mehmetçik”, “Mehmet Akif, “İman ve Aksiyon”, “Yolumuz, Hâlimiz, Çaremiz” konferansları bu sıraların eserleridir. Üstad bütün bunlan hazırlıyor, ama yorgunluk ve yılgınlık eseri göstermiyordu.

Mecmuada çıkan yazıların tashihini Kayserili arkadaşlarımla beraber yapıyorduk. Hiç unutmam, Üstad “mâna” kelimesinin yazılışına önem veriyordu. “Mâna” şeklinde yazılmasının doğru olduğunu söylüyordu. Biz de kelimenin, bu şekli ile tashihten geçmesine dikkat ediyorduk. Bir defasında mecmuanın baş sayfasında “Mâna” kelimesi vardı, ama tashihten “Mânâ” şeklinde geçmişti. Gazete basılmış, basım yarıyı geçmişti, ben yanlışlığın farkına vardım. Yazıyı düzelttim ve azarlanmaktan kurtulmuştum. Bir defasında da bir Yunan filozofunun resmi ters çıkmıştı.

Mecmua baskıdan çıktıktan sonra, her pazar günü, Üstat’a mecmuadan bir numuneyi Ethem Efendi’deki evine götürürdüm. Her defasında, beni yemeğe alıkoyardı. Bazen arkadaşlarla birlikte giderdik, bu sefer hepimizi yemeğe kordu. Ben Üstat’ın kendisini ziyarete gelen bir kimseye ikramda bulunmadığını hatırlamam. Her gelen kimseye mutlaka bir şeyler ikram ederdi. Hatta kendisine ve evine harcayacak parası olmadığı zamanda, yakınlarına ikramda bulunurdu. Müsrif mi? Eli açık mı? dersiniz. Bence başkaları paraya esir olmuştur, ama Üstat parayı esaretine almıştır.

1965 Büyük Doğu’ları 10 sayı mı, 20 sayı mı çıktı bilmiyorum. İadeleri Muammer Topbaş’ın deposunda biriktirdik. Yüzlerce, binlerce, bir depo dolusu mecmua… Bizim arkadaşlar bu mecmuaları, iyi bir şekilde değerlendirmek ve saklamak istiyorduk. O zaman hepimiz talebe idik, maddi imkanlarımız yoktu. Hiç unutmuyorum ve halen acı ile hatırlarım. Üstat bu iadeleri, parası olmadığı bir zamanda bir Yahudi'ye 3000 lira bedelle sattı. Halen içimde bir ukdedir.”
(Kültür ve Sanat (Özel Sayı) Temmuz – Ağustos 1983, Sayı: 28-29, s. 12-13)

*   *   *

Peki Büyük Doğu, ne zaman, nasıl doğmuştur?

Düşün ve sanat yaşamımızı derinden etkileyen bu okul nasıl başlamıştır?

Necip Fazıl Kısakürek gibi taşkın bir ruh kuşkusuz sadece birkaç kitabın sınırlı sayfasına sığmayacaktı. O’nun şiir dışında öykü, roman, senaryo, tiyatro, deneme, tarih-araştırma, deneme, ideoloji, fikir, tenkit vb. alanlara da yöneldiğini, farklı türlerde eserler verdiğini, birbirinden kıymetli kitaplara imza attığını, yüzlerce konferans gerçekleştirdiğini biliyoruz. Böylesi bir deha, elbette belirli kalıplara hapsolamazdı. Büyük Doğu, Necip Fazıl’ın fikirde, sanatta ve ruhta yapmak istediği hamleler için oluşturduğu bir zemindi.

Büyük Doğu ailesinden olan ve Necip Fazıl’la yakın ilişkileri bulunan Prof. Cahit Tanyol, Büyük Doğu’nun doğuşuna ilişkin kimi bilgiler verir :

“Necip Fazıl’la gündüzleri Meserret Kıraathanesinde, akşamları Kurtuluş’a saparken köşedeki Haylayf Pastanesi’nde buluşuyor, dergi için projeler hazırlıyorduk. Fakat Necip Fazıl bazen öyle isimler söylüyordu ki edebiyatla ilgisi yoktu. Bir gün heyecanla Haylayf’a geldi “İsmi buldum: Büyük Doğu… Bu isim büyük ve yeni bir dünyanın habercisi olacak, bunu bir resimle kutlayalım.” dedi. Şişli postanesinin üstünde bir fotoğrafçı vardı. Orada Büyük Doğu’nun doğuşunu tespit ve tesit ettik. (…) Onun içinde sevinç, benim içimde bir yığın sorun. Öyle sevinçliydi ki bir sanat dergisi için garip olan bu isim üzerinde tartışmak istemedim. Dünyada her şey aklıma gelirdi de Büyük Doğu’nun sonradan bir akım olacağı aklıma gelmezdi.

O gün benim için bir melogamani gösterisi anlamını taşıyan bu davranışın, bu davranışın gerisindeki sır perdesi meğerse geleceğe yönelik bir gerçeğin habercisi imiş.

Ben Necip Fazıl’ın içinden zengin, dışından anlamlı bir sanat dergisi çıkaracağını hayal ediyordum. Bir gün bana acele Meserret Oteli’ne gelmem için telefon etti. “Baş yazıyı yazdım, okuyayım.” dedi. Ben yazıyı şiir ve edebiyat alanında izlenecek bir program olarak hayal ediyordum. Karşıma mevcut politikayı ve iktidarı, bırakın eleştirmeyi topa tutan bir yazı çıktı. İstanbul’da örfi idare var, öyle şeyler söylüyor ki, insan onu aklından geçirmeye ürker. O gün Necip Fazıl Kısakürek’le yollarımız ayrıldı. O kavga adamı, ben düşün adamıyım. Aynı kulvarda koşmamız mümkün değildi. O düşünceyi eylemin bir motoru gibi görüyordu. ‘Kaldırım şairi’ perdeyi kendisiyle kapamıştı. Ne ben onu aradım, ne o beni. Ne ben ona darıldım, ne de o bana…
Nihayet aylarca süren bir hazırlıktan sonra, Babıâli’de bir ürküntü ve korku estiren bir havada Büyük Doğu 1943 yılında yayın hayatına girdi. Tam o sırada ben de Ahmet Emin Yalman tarafından haftada bir “Salı Konuşmaları” başlığı altında Vatan gazetesinde yazı yazmaya çağrılmıştım. Gazeteye gittim. Ahmet Emin Bey elime Büyük Doğu’nun ilk sayısını tutuşturdu. “Cahit Bey, Büyük Doğu çıktı. İsterseniz onunla başlayın” dedi. ‘Salı Konuşmaları’nın ilk yazısı “Mecmualara ve Büyük Doğu’ya Dair” başlığı altında -21/9/1943- çıktı. Yazı şöyle başlıyordu:

“Vatan gazetesinde haftada bir edebi konuşmalar yapmayı üzerime aldım. Ağır başlı mecmuaların bile işi politikaya döktüğü ve siyasi dedikoduların ortalığı tuttuğu bir zamanda siyasi bir gazetenin haftada bir de olsa böyle bir sütun ayırması takdire değer,” dedikten sonra mecmuaların kültür hayatımızdaki yerinin önemine işaret ettim, iyi ve ömürlü mecmualara olan özlemi şöyle dile getirdim:

“İyi ve ömürlü mecmualara olan ihtiyacımız ve hasretimiz dolayısıyla Necip Fazıl’ın Büyük Doğu adlı mecmuasını merakla bekliyorduk. Nihayet çıktı ve gördük, yalnız şunu söyleyeyim ki, bu mecmuanın çıkış tarihi ne kadar yeni ise de çıkma isteyiş tarihi çok eskidir. Üç sene önce Necip Fazıl bütün fikir ve sanat hayatında inkılâp yapacağını umduğu bir mecmuadan ve iddialı bir isimden bana bahsetmişti. Ona göre Büyük Doğu bir mecmua adı değil, bütün idealini kucaklayan mukaddes bir kapıya işaretti. Bundan dolayıdır ki duvar ilanlarından çok önce, beklenilen bir âyet gibi bu isim yazılarında sık sık geçmekte idi…”

(Kaçak Yayın, Ağustos 2004, S. 16.)

*   *   *

Büyük Doğu ve Necip Fazıl’la ilgili bir konu, Menderes’in örtülü ödenekten yaptığı yardımlardır. Bu sorun, yıllarca konuşulmuş, zaman zaman yeniden gündeme getirilmiştir. Necip Fazıl’ın Benim Gözümde Menderes adlı kitabında konuyla ilgili bir açıklama da yer alır :

“Beni Yassıada’ya şahitliğe çağırdılar
(…)
Sual:
-Örtülü ödenek vaziyetine ne dersiniz?
-Evet aldım. Alırken de bir rejim ve hükümet meddahlığı vazifesini üzerime almadım. Ben, Tanzimat'tan beri sökün edici oluşların köksüz olduğunu, hiçbir zaman Doğu ve Batı arası bir nefs muhasebesine yanaşılmadığını ve mahsup sırrına varılmadığını, her kıymetin ruh ve kökünde, yani İslam'da bulunduğunu ve aklımızı Batı'dan devşirirken, ruhumuzu Doğu'da tutmamız gerektiği üzerinde bütün bir dünya görüşü ve ideal savunucusuyum. İşte Adnan Bey de, Tanzimat’tan bu yana gelmiş sadrazamlar ve başvekiller arasında bu davayı tutmaya müstait biricik insanı buldum ve yardımını davamın hakkı olarak kabul ettim. Bütün aldıklarımı, mücadelesini ettiğim yolda harcadım. Ve sade harcamakla kalmayıp evimdeki eski koltuk ve halılara kadar da bu uğurda satmaya mecbur oldum. Zira Adnan Beyin “bir kere başla da sonu gelir” diye ettiği her yardım, Demokrat Parti iktidarının menfi kutbu tarafından engellenince, kendisine bir ev yaptırılmaya başlanıp, birinci katı çıkmadan yüzüstü bırakılan bîçare gibi, elimdeki avucumdakini sarf etmeye, üstelik müthiş bir borç altına girmeye mahkum oldum. Yani örtülü ödenekten bana verilen paralar, şahsıma bir şey getirmek yerine, benim bütün imkanlarımı yedi, bitirdi ve neyim varsa götürdü. Böylece Adnan Menderes, örtülü ödeneğiyle beni kullanmış değil, asıl ben onu idealim uğrunda kullanmaya teşebbüs etmiş, fakat iradesiz ve sebatsız karakteri yüzünden muvaffak olamamış bulunuyorum. Benim, bir dava uğrunda bir nevi vergi hakkiyle alabildiğim, reklam parasına bile yetmez, gülünç meblağlara karşılık, kendisinden milyonlar devşirip şimdi gözünü oymaya bakan, Büyük Doğu’yu örtülü ödenek beslemesi olmakla suçlayan ve hesap vermeğe davet edilmeyen bazı gazetelerin hali, masumluk ve ulviliğimizin ters tarafından mükemmel bir ifadesidir. İsterseniz bu gazetelerin hesabını yüksek huzurunuzda ortaya dökeyim.
-Hayır.
-Böyleyken huzurunuzda suçlu sıfatıyla oturan dünün Demokrat Parti Genel Başkanı ve Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti'nin Başvekili Adnan Menderes’e, bize gösterdiği yarım, devamsız ve samimiyet derecesi belirsiz alakadan dolayı minnettar olduğumuzu ve böyle olmakta devam edeceğimizi bildirmek de vazifemdir.

Bu sahne karşısında, söyleyeceği bir şey olup olmadığı sorulan Adnan Menderes, bana uzaktan teşekkür dolu gözlerle bakarak, söyleyeceği sözü olmadığını bildirirken aynı suale mahut savcı, kürsüsünden hafifçe doğrularak, galerinin hayret bakışları karşısında şu cevabı verdi:
-Söyleyecek bir şey yok!

147.000...

Örtülü ödenekten bana verilenleri 147.000 lira olarak tespit etmişlerdi. 1952’den 1960’a kadar, iki kere günlük, bir defa da haftalık gazete çıkarmam için verilen, üstelik en saf niyetle gazeteme ve davama tahsis ettiğim için yetersizliği yüzünde evimdeki baba mirası eşyayı da götüren ve beni çeneme kadar borca batıran para… Bu 147.000 liranın, üzerine oturup “tamamlanmadıkça bir şey yapamam!” diye onu tasarrufuma geçirmiş olsam ve kendimi pahalıya satmayı bilseydim, o zamanlar oturduğum köşkü bana yüz bin liraya satmaya kalkan ev sahibime “evet!” demekle, bugün, yine dava ve gayeme mahsus olmak üzere birkaç milyonluk bir servet sahibiydim. Bugün, Feneryolu’nda, Bağdat Caddesi üstünde, 5000 metre karelik bahçesiyle bu mülk 5 milyon lira değerindedir.

Fakat bende, gayem ve yolum bakımından mutlaka malik bulunmam gereken böyle bir malî ve ticarî şuurdan hiçbir zaman hiçbir eser olmadı; ve mukaddes hedefe yol açabilmek, bir köprübaşı tutabilmek için en yetersiz yardımlara razı olmak ve bu yüzden evimdeki eşyayı da kaybetmek ve borç denizinde boğulmak gibi bir vaziyet doğdu. Yani mahut 147.000, sırf İslamî gayeye yol bulabilmek için, olduğu gibi, pişirdiğim yemeğe gitti, üstelik cebimde ve kilerimdekileri de silip süpürdü.

İşte, davamın baş hakkı olarak aldığım ve bunu iftiharla ilan ettiğim, fakat başta Adnan Bey’den milyonlar çimlenip de sonradan onu vatan haini diye teşhir eden namus yoksunu gazetelere nispetle işimi bilemediğim, örtülü ödenek hikayesi bütün içyüzü ve mahrem karakteriyle bundan ibarettir ve bu hikaye ve içyüzü bütün Büyük Doğu’cuların kavraması lazımdır.”

*   *   *

Büyük Doğu ve Necip Fazıl’la ilişkisi olan yazarlardan biri de Mustafa Müftüoğlu’dur. Özellikle tarihi konu edinen araştırma kitaplarıyla tanınan Müftüoğlu, 1941 yılında Bâbıâli’ye gelir. Tasvir-i Efkar’da çalışmaya başlar. Bu sıralar ilginç bir olay yaşar. Yunus Emre’nin Eskişehir’deki kabrini ziyaret eder. Kabir perişan durumdadır. Fotoğraflar çeker, Necip Fazıl’a verir. O’nun Yunus Emre’ye duyduğu derin sevgi ve ilgiyi bilmektedir. Öngörüsü haklı çıkar. Necip Fazıl, ‘olur, bunları değerlendirelim’ der. Ve macera başlar. Müftüoğlu, 3 yıl aralıklarla Büyük Doğu’nun ‘müessese müdürlüğü’nü yapar. Müftüoğlu’nun anıları, Büyük Doğu’nun kimi bilinmeyenlerini de içermektedir. Selami Çalışkan’ın kendisiyle gerçekleştirdiği bir söyleşide Müftüoğlu şunları anlatmaktadır :

“(…) Büyük Doğu, muntazam olarak çıkamazdı. Sık sık kapatılırdı, Üstad’ı da hapse atarlardı. Allah demenin bile yasak olduğu günlerde Üstad kalemiyle küfre karşı tek kişilik orduydu. En ufak eleştiriye tahammül yok. En son 1950’de, Üstad hapisten çıkınca Büyük Doğu yeniden yayınlanmaya başladı. Rıza Tevfik’in meşhur “Abdülhamit’in Ruhaniyetinden istimdat” şiiri vardı. Onu yayınladı Üstad. “Türklüğe hakaret” bahanesiyle tekrar “Büyük Doğu” kapatıldı. Sonra tekrar neşredilmeye başladığında ben o zaman tekrar Büyük Doğu’da Üstad’la birlikte çalışmaya başladım. Adım Müessese Müdürü olarak çıkıyordu.

Yazı da yazıyor muydunuz?

Tabi yazıyordum. 25 lira haftalık alıyordum. Yedi buçuk lira da yazılarım için telif ücreti alıyordum. Böylece Üstat’ın yakını olmuştum. Üstat bize “Yakini” derdi. Üstat, hapishaneye girip çıktığından kalender bir insandı. Mesela Saka Matbaası’nda Büyük Doğu’yu hazırlıyoruz. Üstat, kapağa yeşil bir renk verilmesini istiyor. Oradaki makine ustası Maşuk Bey, kendi kafasına göre kapağa bir renk vermiş. Ancak Üstat’ın istediği renk değil. Üstat kapağı görür görmez, “Bu ne?” dedi. Usta başladı kıvırmaya. “Makinada siyah boya kalmış da, sarıyla karışınca da böyle olmuş da, aslında istenilen rengin tutturulması zormuş da” aklınca mazeret beyan ediyor. Üstat, Maşuk ustaya, “Bana racon kesme ve kapağı yeniden bastır” dedi. İstenilen renk elde edildi. Bunu bilen matbaacılar, Üstat’ın nazını çekerlerdi.

Üstat giyimine düşkün müydü?

Evet, Üstat değil İstanbul’un belki de dünyanın en şık giyinen adamıydı. Başında genelde beresi olurdu. Hatta bir keresinde Avrupa’dan gelen beresini bana verdi.

Nasıl oldu?

Bir gün Üstat ile Beyoğlu’nda geziyoruz. Lapa lapa da kar yağıyor. Haftalığıma mahsuben 5 lira istedim. O zaman iyi para. Üstat önce parayı verdi, sonra da “Ne yapacaksın bu parayı?” diye sordu. “Görüyorsunuz kar yağıyor efendim. Başıma bere alacağım” dedim. Üstat, hemen başındaki bereyi çıkardı, benim başıma örttü.

Üstat’ın savcıyı şok eden savunmasını hatırlıyor musunuz?

Hiç unutulur mu? Rıza Tevfik’in “Abdülhamid’in Ruhaniyetinden İstimdad” şiirini yayınladığımız için, Büyük Doğu kapatılmış, Üstat tevkif edilmiş, fakat mahkeme sürüyordu. Hicabi Dinç isminde basın davalarına giren bir savcı vardı. Parmağıyla Üstat’ı gösterdi ve hakimlere dönerek “Huzurunuzdaki bu şaşkın sanık” dedi. Üstat, bunun altında kalır mı? “Ana rahminden mezara kadar üzerinde taşımaya mahkum olduğu şaşkınlık vasfını bir fiske ile sahib-i aslisine iade ederim” dedi. Savcı, ayağa kalktı ve heyecanla “Şikayetçiyim, bu bir hakarettir” dediyse de Ağır Ceza Reisi meşhur Refii Demirlioğlu savcıya: “Oturun yerinize, siz söylediniz o da misliyle cevap verdi” dedi.

Sizce Üstat’ı değiştiren en önemli olay neydi?

1934 yılında Seyyid Abdülhakim Arvasi’yi tanıyıncaya kadar Bohem (gece) hayatı yaşıyordu. Bunun detaylarına inmek istemiyorum. Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri ile tanıştıktan sonra Üstat’ın hayatı değişti. Huşu içinde namaz kılar, bazen secde yerini ıslatacak kadar gözyaşı dökerek ağlar, dakikalarca öyle kalırdı. Bize; “Namazda en çok sevdiğim; kıyam ve secde hali” derdi.

Üstat’a borcumuzu nasıl ödeyebiliriz?

O’nun muhteşem bir vasiyeti var. İşte o vasiyeti yerine getirerek. Üstat; mukaddes emanete kendisini adamış, misyonunu tamamlamıştır. Allah gani gani rahmet eylesin. (Amin)

Üstat Necip Fazıl’ı Erzurum’da nasıl ihya ettiniz?

Erzurum’da konferans veriyorum. Üstat’ın kitapları da salonun girişinde satılıyor. “Bab-ı Ali” yeni çıkmış. Kitabın içinde “Büyük Doğu’dan feyiz alanlar” diye bir bölüm var. Orada benim ismim de geçiyor. Konferansın sonunda yazılı soruları cevaplarken birisi ismimin geçtiğini, gerçekten feyiz alıp almadığımı soruyor. Bunun bir tuzak olduğunu anladım. “Almadım” desem Üstat’ı yalancı çıkaracak. “Aldım” dersem o zaman Üstat’ın Ülkücüler ve MHP ile yakınlaşması olmuştu. Beni de MHP’li ve ülkücü olmakla itham edecek. Soruyu sesli okudum ve dedim ki: “Bu salonda Büyük Doğu’dan ve Necip Fazıl’dan feyiz almayan var mı?” Salon alkıştan adeta yıkılıyordu. Benden sonra Erzurum’a Üstad'a gitmiş. Orada bu olayı anlatmışlar Üstat’a. Üstat bundan çok memnun olmuş. İstanbul’a dönmüş, bir gün ben Bab-ı Ali’de yokuşu çıkarırken o da iniyordu. “Müftüoğlu beni mesud ve ihya ettin” dedi.

Üstat’ın mahkemeleri ve müdafaaları da ilgi çeker miydi?

Hem de nasıl. Çarşamba günleri basın davaları görülürdü. Üstad’ın konuşmasına hayran olanlar, mahkeme kapılarında duruşma listelerini okur, Üstad’ın ismi geçiyorsa o salonun önünde toplanırlardı. Mahkeme salonunda yer bulunmadığı gibi kalabalık dışarı taşardı. Mesela Bediüzzaman hazretlerinin avukatlığını da yapan Abdurrahman Şeref Laç, Üstat’ın da avukatıydı. Fakat Üstad, savunma anında Abdurrahman Şeref’e fırsat vermezdi. Kendi müdafaasını kendisi yapardı. İsmet İnönü’nün yönettiği, ekmek ve kefen bezinin karne ile alınabildiği bir dönem. Kefen bezini de Sümerbank’tan 7-8 memurun imzası olmadan alamıyordunuz. İşte o zaman Üstat, Sümerbank’la ilgili bir yazısında “Milletin başına bela” yazdığı için Sümerbank yönetimi Üstat’ı mahkemeye verdi. “Hakaret davası” açtılar. Ben o davada Müessese Müdürü olarak ifade verdim. Savunma sırası Üstad’a gelince, Üstat, dedi ki: “Bela, hakaret değildir” Divan Edebiyatı’nda içinde bela geçen ne kadar şiir varsa başladı okumaya. “Fuzuli şöyle demiş, Ruhi böyle demiş…” ten sonra “Görüldüğü gibi insan en çok sevdiği birine bile ‘Sen benim başımın belasısın’ diyebiliyor. Dolayısiyle burada hakaret yoktur” dedi ve tekrar şiir okumaya başladığını anlayan reis, “Bu kadarı kafi” dedi ve beraat kararı verdi. Çünkü tam 6 saat sürmüş duruşma, Üstad konuşuyor, herkes nefes almadan dinliyordu.

Üstat’ın dedektif gibi yazılarından bahseder misiniz?

Üstat’ın, Büyük Doğu’da “Dedektif X-1” imzasıyla yazdığı yazılar. İşte onlardan birisinin hikayesi. Müessese Müdürü iken Büyük Doğu’ya sabah en erkenden gider, besmeleyle kapısını açardım. Sık sık uğrayan bir sivil polis, bir sabah üzerinde “Gizli” ibaresi olan resmi bir zarf getirdi. Bana da: “Rica ediyorum, bu zarfı getirdiğimden Üstat’ın bile haberi olmasın” dedi ve gitti. Üstat gelir gelmez zarfı ona verdim. Bu zarf, üzerindeki “Gizli” ibaresi ve özel kurye ile İçişleri Bakanlığı’ndan İstanbul Valiliği’ne gönderilmiş. Valilik, içeriğini okuyunca İstanbul Emniyet Müdürlüğüne havale etmiş. Emniyet de Basın Savcılığı’na gönderiyor. İçişleri Bakanı imzalı “Gizli” ibareli yazıda deniyor ki: “Büyük Doğu adlı mevkute, dini yazılar yayınlıyor. Üstelik Atatürk’ü eleştiren yazılar da çıkıyor. Bu mevkute hakkında bugüne kadar tahkikat yapılmış mıdır, yapılmamış mıdır?” Yani “Büyük Doğu’nun üzerine gidin. Tahkikat ve dava açın” denilmek isteniyor. Şimdi birincisi Büyük Doğu’da tenkit edilen İsmet İnönü ve yönetimi. İkincisi henüz Atatürk’ü koruma kanunu çıkmamış. Üçüncüsü de İnönü’nün İçişleri Bakanı kendi tayin ettiği adamlara güvenmiyor. “Bu tür yayınlar yapan bir mevkute var. Siz orada uyuyorsunuz” demek istiyor. Bu yazı Üstad’ın eline geçince, Üstad mal bulmuş Mağribi gibi sevindi.
O yazıyı vesika göstererek “Dedektif X-1” imzasıyla “Skandal” başlıklı bir yazı yazdı. “İşte böyle, baskıcı iktidarın, devletin posta teşkilatına güvenmediği için özel kurye ile yetkililere gönderdiği gizli yazı bizim elimize geçiyor” havasını bastı.”