ÇAĞI YAKALAMAK.
Her çağın bir türküsü ve bir çağrısı vardır. Eğer bu çağrıya uygun çağrılar geliştirebilirsek çağı yakalamış oluruz ve çağrımız bu çağda karşılık bulur.Karşılık bulan çağrılar tıpkı karanlıkta yanan ateşin cazibesine hücum eden böcekler gibi çağrımız karşılık bulur.
Zaman bir değirmen taşı gibi, değirmenin taşlarının arasında buğdayı öğüttüğü gibi, zaman da bizim zamansızlığımızı öğütüp tüketmekte. Zaman insanı kullanıyor ama insan maalesef zamanı kullanamıyor.
Kur’an- Kerimde Asr suresi insanın nasıl ziyanda olduğunu anlatarak, insanı zamanını verimli ve doğru kullanma konusunda asırlar öncesinden uyarılarına yaparak bu noktaya dikkat çekmektedir.
Zaman elimizden uçup gitmekte, dünü düşünmekten bu günü ve yarının hayalinden ise anı yaşayamıyoruz. Halbuki ne geçmişi değiştirme imkanımız var. Ne de yarını bu günden kurma, halbuki bizleri anı yaşayarak, an içinde yaptığımız doğru ve yerinde işlerle yarının kurulması için temeller oluşturabiliriz. Yarını kurmanın temeli anı yaşamaktan geçer. Tıpkı bu dünya hayatı, yarın gelecek olan ahiret hayatının kurtarıcısı olması gibi. Bu gün eken, gelecek biçecek olandır.
“Biz bu dünya ambarına buğday topluyoruz. Fakat topladığımız buğdayları kaybediyoruz. Bir gün aklımızı başımıza alıp da, buğdayın böyle azalmasının, kaybolmasının, ambara giren fareden ve onun hilesinden ileri geldiğini anlayamıyoruz. Fare ambarımızı delmiş, ambarımız onun hilesinden harap olmuştur.”(mesnevi 51 say)
Çağı yaşarken çağın girdabına kapılarak savrulup gidiyoruz. Farkına varmadan köleleşiyoruz. Bizi tanımlayanların tanımlarına göre bir hayat geçirmeye başlıyoruz. Az gelişmiş, gelişmiş toplumlar diye ayıranların bu ayrımlarına karşı çıksak ta kabul etmesek de bu tanımlamandan kendimizi alamıyoruz. Bize biçilen bu tanıma göre hayatımızı idame etmeye mecbur bırakılıyoruz.
Sürekli görsel basın ve yazılı basının tesiri sosyal medyanın etkisiyle bizim düşüncelerimize ket vurularak, tüm alışkanlıklarımız ve algılarımız yeniden şekillendiriliyor. Artık dondurmaları yemek için değil, içinde bulunan şifreleri alıp çekilişlere katılmak için yiyoruz. Dondurma yemenin zevkini bile alamıyoruz.
İnsanlara sadece bir veri gözü ile bakılmakta ve değerlendirilmekte. Tüketim sürekli empoze edilmekte, al nasıl olsa taksitle diyerek üretmeden tüken bir toplum halini alan milletler aslında gelişmiş toplumların gönüllü köleleri olarak yaşamlarını sürdürürken kendilerini çağdaş olarak lanse ederek, köle olduklarının farkına bile varamıyorlar. İşte Postmodern çağ insanları acıtmadan öldürüyor, zincirlere vurmadan köleleştiriyorlar.
İşinde yaşamış bu çağ zihinler ve algılar üzerinden insanları insan olmaktan çıkarıyor. Sadece madde planında değer kazanan insanın manevi yönü yok sayılıyor. Maneviyattan yoksun olan insanlık içine kurt girmiş bir ağaç gibi günden güne içten içe kemirilerek yok ediliyor. Çağdaşlık uğruna gerek tabi kaynaklar ve tabiat acımasız bir şekilde yok edilerek insanlıkta batı alemi de can çekişiyor.
Roger GARAUDY( Roje Garodi):“ Rönesans’ tan bu yana bizim Batı toplumlarımızda insan yalnızlığa ve diğer insanlar karşısında tek başlılığına mahkum dilmiştir...Bu sistem ister istemez şiddeti doğuruyor. Çünkü bu hırsları kamçılama tekniklerinin kendilerinde oluşturduğu arzu ve dizginsizlik yüzünden hayal kırıklığına uğramış yığınlarca genç var. Bu gençler içinde yaşadıkları toplumda şunu görüyorlar: Servet veya bilgiye miras yoluyla konan kaymak tabaka, spekülasyon ya da hile ve düzenlerle yasal yoldan, cezada görmeksizin her gün servetlerine servet katıyorlar. Dolayısıyla da onların mallarını doğrudan doğruya şiddete baş vurarak ele geçirmeye yeltenenlerin sayısı git gide artıyor.”
“Batı ve Hıristiyan medeniyet’in yargıç ve ahlâk hocası rolü oynamaya yeltenmesi hiç yakışık almaz. Ne var ki Batı’yı kendi felaketine doğru hızla yol almaktan ve maddî üstünlüğü yüzünden de bütün cihanı bu felakete sürüklemekten alıkoyamadılar… Bizi ve bizimle birlik de gezegenimizi iflâsın ve kaosun eşiğine getirdi..”
“Biz her elçiyi mutlaka kendi halkının diliyle (vahyedilmiş bir mesajla) gönderdik ki, (hakkı) onlara açık (ve dolaysız) bir biçimde ulaştırabilsin” İbrahim 14/4
Çağın çağrıcıları sürekli var olagelmiştir. Toplumu uyarmıştır. “Uyarıcının sesinin yükselmesinden duyulan korku, aslında korku olmaktan çok bir ürperiştir… Ürperiş, insanı yeniye ayarlamaktır, eskiden koparmaktır.” (sütun II 300) Çağlar boyunca toplum uyarılmış, korkutucu azapla uyarılmış, cennetle uyarılmış bazı kavimler ise bu helakin ve kurtuluşun sembolleri olmuşlardır. Ad kavmi, Semud kavmi ve Millet-İ İbrahim gibi…
İşte bu noktada çağı yakalamak “uyanış, bir uyarış sonucunda olursa verimlidir. Yoksa, uyarışsız ayağa kalkan, çağın korkusuyla boğulabilir. Ama uyarıla uyarıla uyanan tam uyanmıştır”. (sütun ıı 300sy) Bu uyanış silkinmeyi de beraberinde getirerek gerçek uyanışın ve silkinmenin ilk adımını oluşturacaktır.
“Milletlerin hayatında kimi zaman saatler boşuna ilerler. Boş vakit doldurur. İş yerinde sözle doldurur. Saatin ne saati olduğunu fark eden insanlar ve milletler, kurtulan insanlar ve milletledir.” 398
“Ancak önceden gemisini hazırlamış bulunan Nuh kurtarır insanları birdenbire bastıran bir tufandan” (431) işte o zaman “ saat yeni saatin saatidir. Yeni saat, çağın Sezar’ının, daha doğrusu görünmez Sezar’ın hayalleri olan sezarların ölümlerinin üstüne olacaktır.”399
Nitekim Kur’an- Kerim Taha Suresinin 126 ayetinde “sen ayetlerimizi unuttun” diye seslenir. Bu noktada insan kendi iradesiyle çağın sahte çağrılarına değil, sahte çağrıcıların sesine değil esas olan hak olan çağrıcının çağrısına ve sesine kulak vermek zorundadır.
O halde bize düşen Jores’in (Joures) tabiriyle, atalarının ocağına sadık kalmanın o ocağın küllerine sarılmak değil, aksine alevini ilerilere taşımak olduğunu ve bir nehrin ancak denize doğru akmakla kaynağına sadık kalabileceğini hatırlayarak çağımızın problemlerini Medine Toplumu’nun ruhundan hareketle sorunlarını çözmesini bilirse işte o zaman sadece Müslümanlar için değil tüm insanlık için yepyeni ufuklar açılacaktır.