İnsanın ruhu, herhangi bir meyvenin çekirdeği gibidir. Nasıl ki bir meyvenin çekirdeğinde kendi ağacı mevcutsa, bir insan ruhunda ise bütün kâinat mevcuttur. Bu bilgiye sahip olmak için gözümüzün (ve gönlümüzün) doğayı gözlemlemesi yeterlidir. Elbette bunun için basiretimiz de önemlidir. Çünkü basiretimiz; bakmak ile görmek gibidir. Sadece bakmak yeterli olmayabilir. Bize bu konuda bir seçenek sunulsa, basiret mi yoksa gözün görmesi mi diye. Elbette gözün olmaması/görmemesi, basiretin olmamasından yeğdir, deriz. Bakarken göremeyen gözlerin kimseye bir faydası yoktur. Yaşadığımız çağda, ne hikmetse bakanımız fazla, maalesef görenimiz yok denecek kadar azdır.
Mevlana der ki; ‘Marifet nedir bilir misin? Taşlara bakan gözlerin, çiçekleri görmesidir.’ der.
Geçmişte edindiğimiz bilgilerimiz/tecrübelerimiz, geçmişten geleceğe akan bir nehir gibidir. Bazen o bilgileri unutkanlık suyuyla sileriz ve zihnimizden yok ederiz. Hâlbuki fikir defterimizdeki o engin bilgileri, kendi aklımıza ait kalemimizle yazmıştık. Kullanmaya kullanmaya, yaşantımıza dökmeye dökmeye aklımızın geri dönüşüm kutusuna gönderdik. Acaba o edindiğimiz bilgilerimizi, zamanı geldiğinde hayatta tekrar kullanılmak üzere geri getirebilecek miyiz? Var mı bunun bir garantisi ya da reçetesi?
Hayatımızda şuur/bilinç olmazsa, huzurumuz da olmaz. Formül bu kadar basit. Örneğin, hayatta çalışmadan, bir emek sarf etmeden zengin olma hayalleri kuranların sayısı yabana atılır değildir. Bu kişiler, başkalarının büyük bellerine basarak yükselenler, insanların göz yaşlarından macun yoğurup, insanlara can otu diye satarak, makam, mevki, servet ve şöhrete kananlar vardır. Yaşamımızda bilinç olmazsa, bu örnekteki gibi başkalarının ellerinde kullanılan bir meta olacağız. Peki siz, başkaları tarafından kullanılmak ister misiniz?
Kimine göre en fazla kullanıldığımız, kimine göre de kullandığımız alan ‘din’ alanıdır. Müslümanların yoğun olarak yaşadığı sahalarda ‘din maskesi’yle karşılarına çıkan birileri, o sahaları kendilerine/çıkarlarına göre hasat tarlası haline getirirler. Dini bir tüccar mantığıyla işlemeye çalışan zihniyetler, insanları en fazla ‘iman kurtarıcısı’ olarak etkilemeye çalışırlar. İslam dinini asıl kaynağından değil de bu şekilde çalışan insanların iki dudağı arasında çıkan cümlelere göre hayatını idame ettirenler, sonu belirsiz bir uçurumun kenarına doğru yürürler. Sorgulamaktan ve araştırmaktan aciz, insanın en büyük sermayesi aklını/zihnini birilerinin eline kullandırılmak üzere gönül hoşluğuyla verenler, bunu da Yaratan’ın rızasını kazanmak uğruna yaptıklarının haklı gururunu diğer insanların da aynı şekilde yapmaları için teşvik ederler. Böylesi ortamlarda yaşayan insanlar diğer adıyla beyni yıkananlar, beyinlerini yıkanlara karşı bir kutsiyet yüklerler. Ve onları eleştiri süzgecinden geçirmeden zihinlerinde en üst makama oturturlar. O makama layık görülenler de insanlar üzerinde tasarruf hakkını elde ettiler. Ne de olsa onlar, ilahi davaya baş koyan insanlardı, dava adamlarıydı, vazgeçilmezlerdi. Kendilerine inananları, telkinler sonucu kutsallaştırdıklarına asla yanılmaz, hatadan/günahtan steril hale getirilmiş korunmuş gözüyle bakarlar. Bu bakış, kendilerine inananların felaketi olur. Aman dikkat, felaket kapıda, uçurumun kenarındayız!
İnsan, geçmişte yaptıklarını göz önüne getirerek ‘Biz nerede hata yaptık?’ sorusunu rahatlıkla kendisine sorabilmelidir. Bu soru belki de çağın en önemli sorusu olmalıdır. Aksi halde tarih tekerrürden ibaret olacaktır. Tekrarla yumağı haline gelen bir hayat, oluşturulan bir pişmanlıklar silsilesi… ‘Mü’min aynı delikten iki defa ısırılmaz.’ hadisinin muhatabı bizler, ne hikmetse yaşadıklarımıza bakılırsa ısırılmadık yerimizin kalmadığını görürüz. O yüzden hayatımızda var olan ‘vazgeçilmezler’imize bir bakalım ve her şeye değeri kadar değer verelim. O çok dillerde nakarat halini alan ‘Adalet’i kendi yaşantımızda uygulayalım. Vazgeçemediklerimizin sebebini araştıralım. Alışkanlık haline getirdiğimiz vazgeçilmezlerimizin, bizim hayatımızdaki önemine bir bakalım. ‘Neden?’ diye sorabilme cesaretini gösterelim. ‘Neden?’ diyebilecek bir cesarete sahipsek.
Mevlana der ki; ‘Marifet nedir bilir misin? Taşlara bakan gözlerin, çiçekleri görmesidir.’ der.
Geçmişte edindiğimiz bilgilerimiz/tecrübelerimiz, geçmişten geleceğe akan bir nehir gibidir. Bazen o bilgileri unutkanlık suyuyla sileriz ve zihnimizden yok ederiz. Hâlbuki fikir defterimizdeki o engin bilgileri, kendi aklımıza ait kalemimizle yazmıştık. Kullanmaya kullanmaya, yaşantımıza dökmeye dökmeye aklımızın geri dönüşüm kutusuna gönderdik. Acaba o edindiğimiz bilgilerimizi, zamanı geldiğinde hayatta tekrar kullanılmak üzere geri getirebilecek miyiz? Var mı bunun bir garantisi ya da reçetesi?
Hayatımızda şuur/bilinç olmazsa, huzurumuz da olmaz. Formül bu kadar basit. Örneğin, hayatta çalışmadan, bir emek sarf etmeden zengin olma hayalleri kuranların sayısı yabana atılır değildir. Bu kişiler, başkalarının büyük bellerine basarak yükselenler, insanların göz yaşlarından macun yoğurup, insanlara can otu diye satarak, makam, mevki, servet ve şöhrete kananlar vardır. Yaşamımızda bilinç olmazsa, bu örnekteki gibi başkalarının ellerinde kullanılan bir meta olacağız. Peki siz, başkaları tarafından kullanılmak ister misiniz?
Kimine göre en fazla kullanıldığımız, kimine göre de kullandığımız alan ‘din’ alanıdır. Müslümanların yoğun olarak yaşadığı sahalarda ‘din maskesi’yle karşılarına çıkan birileri, o sahaları kendilerine/çıkarlarına göre hasat tarlası haline getirirler. Dini bir tüccar mantığıyla işlemeye çalışan zihniyetler, insanları en fazla ‘iman kurtarıcısı’ olarak etkilemeye çalışırlar. İslam dinini asıl kaynağından değil de bu şekilde çalışan insanların iki dudağı arasında çıkan cümlelere göre hayatını idame ettirenler, sonu belirsiz bir uçurumun kenarına doğru yürürler. Sorgulamaktan ve araştırmaktan aciz, insanın en büyük sermayesi aklını/zihnini birilerinin eline kullandırılmak üzere gönül hoşluğuyla verenler, bunu da Yaratan’ın rızasını kazanmak uğruna yaptıklarının haklı gururunu diğer insanların da aynı şekilde yapmaları için teşvik ederler. Böylesi ortamlarda yaşayan insanlar diğer adıyla beyni yıkananlar, beyinlerini yıkanlara karşı bir kutsiyet yüklerler. Ve onları eleştiri süzgecinden geçirmeden zihinlerinde en üst makama oturturlar. O makama layık görülenler de insanlar üzerinde tasarruf hakkını elde ettiler. Ne de olsa onlar, ilahi davaya baş koyan insanlardı, dava adamlarıydı, vazgeçilmezlerdi. Kendilerine inananları, telkinler sonucu kutsallaştırdıklarına asla yanılmaz, hatadan/günahtan steril hale getirilmiş korunmuş gözüyle bakarlar. Bu bakış, kendilerine inananların felaketi olur. Aman dikkat, felaket kapıda, uçurumun kenarındayız!
İnsan, geçmişte yaptıklarını göz önüne getirerek ‘Biz nerede hata yaptık?’ sorusunu rahatlıkla kendisine sorabilmelidir. Bu soru belki de çağın en önemli sorusu olmalıdır. Aksi halde tarih tekerrürden ibaret olacaktır. Tekrarla yumağı haline gelen bir hayat, oluşturulan bir pişmanlıklar silsilesi… ‘Mü’min aynı delikten iki defa ısırılmaz.’ hadisinin muhatabı bizler, ne hikmetse yaşadıklarımıza bakılırsa ısırılmadık yerimizin kalmadığını görürüz. O yüzden hayatımızda var olan ‘vazgeçilmezler’imize bir bakalım ve her şeye değeri kadar değer verelim. O çok dillerde nakarat halini alan ‘Adalet’i kendi yaşantımızda uygulayalım. Vazgeçemediklerimizin sebebini araştıralım. Alışkanlık haline getirdiğimiz vazgeçilmezlerimizin, bizim hayatımızdaki önemine bir bakalım. ‘Neden?’ diye sorabilme cesaretini gösterelim. ‘Neden?’ diyebilecek bir cesarete sahipsek.
***
Yazıyı bulan insanoğlunun günümüze kadar değişmeyen tek sığınağı ‘okumak’ olmuştur. Vazgeçemediklerimizi iyi okuyalım, irdeleyelim, iyi tahlil edelim. Bir yandan üzerimizde ciddi anlamda etkisi olan vazgeçilmezleri (okuyarak) kurtarmak, bir yandan da vazgeçilmezlerin elinden hayatımızı (okuyarak) kurtarmak için yola koyulmamız gerekir. İlk bakışta bir açmaz gibi görünen bu denklemi çözmek için peşine düşmeliyiz, sonuçlanana kadar bırakmamalıyız.
Açmaz gibi görünen denklemelerimiz, kısa zamanda çözüm beklemektedir. Var mı çözüm önerecek ve çözecek babayiğitler…!
Açmaz gibi görünen denklemelerimiz, kısa zamanda çözüm beklemektedir. Var mı çözüm önerecek ve çözecek babayiğitler…!