DÜNYA VE UKBA
Bilinçli bir insan, yaşadığı müddetçe; hayırlı, seçkin, güçlü, akl-ı selim, hakkın ve iyiliğin bekçisi olan; sevgi, kardeşlik ve yardımlaşma içinde hakkı ve sabrı birbirine öğütleyen insanlarla muhatap olmak ister. Eğer ümmet/cemaat olmak istiyorsa bu özellikler onun için ‘olmazsa olmaz’ dediğimiz türden özelliklerdir.
Hz. Peygamberimiz; ‘Müminin mümine bağlılığı, parçaları birbirini bütünleyen bir bina gibidir.’ der. Bina olmak istemeyenler, düşünceleriyle ufukların ötesine savrulur, giderler. Hayatın cilveleri arasında dolanıp dururlar. Ve öylece de kalırlar… Yaratan bizi fıtratları kirli, içleri vesveseli, kalpleri hastalıklı, düşünceleri bulanık insanlardan ırak tutsun. (amin)
Meselemiz, dünya ile ukba (ahiret, öbür dünya, baki olan âlem demek) arasında bir ilişki kurabilmek… Bunun için de zevklerden, nefsanî arzulardan, gelenekçi inançlardan ve günlük alışkanlıklardan bir anda vazgeçebilmek… Yazması kolay ama pratiğe dökülmesi hiç de bu kadar kolay olmayan bir durum. Yoksa dünya ile ahiretin ilişkisi, beden ile ruhun ilişkisine benzer. Dünya bir beden, ahiret ise onun ruhudur. Ahireti olmayan bir dünya, çürüyen kokan bir ceset gibi tiksindirici ve korkutucudur.
***
Ah…! Dünya ile ukba arasındaki ilişkiyi kurabilsek… İnsan ufkunun ötesinde sınırsız bir mekâna, bütün güzelliklerin sergilendiği ve hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir beşer zihninin tasavvur edemeyeceği mutluluklar diyarı olan cennete kavuşmak isteriz. Ya da -Yaratan bizleri korusun- diğer diyara/cehenneme… Sadece iki seçenek ve hiçbir baskı olmadan seçme hakkına sahip olduğumuz bir durum.
Mutluluk diyarı cennete gidecek Müslümanlarda, bulunan özelliklerden bir tanesi de şefkat ve merhamettir. Bu özellikler onların şiarıdır. Bunlar katı kalpliliği yumuşatan, kin ve adaveti eriten, nefretin yerine muhabbeti ikame eden, insanları birbirine yakınlaştırıcı ve bağlayıcı özelliğe sahiptir.
***
Şefkat ve merhamet şiarı olan biz Müslümanlar(!), itiraf etmek gerekirse özümüzü koruyamadık, bir türlü şekilden öze inemedik. Afrika’nın derinliklerinden, Asya’nın tepelerinden, Ortadoğu’nun ortasından, Mekke’nin Kâbe’sinden ve kısacası Müslümanların bulunduğu yeryüzünün her bölgesinden çocukların ismini Bilal… gibi İslami isimler koymasına koyduk ama bizler/aileler, çocuklarımızı Hz. Bilal… gibi kaliteli nesiller olarak yetiştiremedik. Kötü bir hâle büründük. Asıl üstün hâl, canlı bir Kur’an olabilmekti. Ama olamadık. Bizler ruhumuzu değil, bedenimizi düşünerek ömürlerimizi ziyan ettik. Hâlbuki ruhunu düşünen basiret sahipleri gibi olsaydık, irfana doğru yol alacaktık. Ama biz mide, şehvet… gibi bedene yüklendik. Bedenin gıdasını, kendi haddinden çok olursa, zarardan başka bir şey olmadığını, asıl gönlün gıdasının ise çok olması halinde o kadar faydalı olacağı gerçeğini unuttuk.
Mevlana’nın, ‘Dünyaya gönül verenler, tıpkı gölge avlayan avcıya benzerler. Gölge nasıl onların malı olabilir?’ sözünü yabana attık, kulaklarımıza küpe yapmadık. Yaratan’ımızın ise bizim için söylediği,‘Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!...’(Hûd suresi-112) ayetini muhatap almadık. Ve yaşamanın tadını çıkarmaya çalıştık. Kendi çapımızda gezmeye, eğlenmeye çalıştık. Hâlbuki toprak üzerinde gezip dolaşırken bir gün gelip de o çiğnenen topraktan bir parça olacağımız gerçeğini kavrayıp hayatımızı bu kavrayışın ışığı altında tanzim edebilmemiz için ancak Yaratan’ımızın kelamının engin muhtevasına iman ve muhabbet ile eğilmemiz gerektiğini hiç düşünmedik. Yaratan’ın kelamının ruhaniyetinden mahrum kaldık. Ve böylece hayatımızı, kendi ellerimizle ikbal güneşi batmış, karanlık bir hayatın kâbuslu gecesine çevirdik. Ve bu kötü durumuz da fırsat kollayan iblis de rahat durmadı. Fırsattan istifade, biz gafillerin gönlüne zan dolu buzdan bir şüphe koydu. Bu şüphe de bizim, vicdanlarımızı ve iz’anlarımızı dondurdu. Hayata bakışımız bile farklı oldu. Artık İslami bir bakış açısını kaybettik.
***
Yaratan’ın bize verdiği kulak nimetini, kendisine/asıl sahibine hiç yöneltmedik. Sürekli meşgul olduk, zamanımızı doldurmak için yarış ettik. Susmadık. Eğer susup biraz Yaratan’ımızı dinleseydik, susmanın iyi dinlemeye, iyi dinlemenin basirete, basiretin ise feyzin artmasına ve rahmeti ilahiyeye nâil olmaya sebep olacağını görecektik.
Bizler, ömür sermayesini, Yaratan’ımıza karşı farklı kullar olarak hayatımızı ikame etmeye devam ettik. Sonucunda da çok farklı kullar olarak haline geldik. Evet yaşadığımız bu dünyada kul vardır ki, daha hayattayken bile ölüdür ve kul vardır ki, cesedi toprağa intikal etse de dipdiridir. Onlar, faniliği ebedi olana feda ederek ölümsüzleşmiş ve zevalden kurtulmuş müstesna ruhlardır. Ne mutlu, böyle müstesna ruhlara….Ne mutlu, Yaratan’ın kelamının gölgesi altında toplanan, onun hayat nuru ile nurlanan ve onda fani olanlar, yani canlı bir Kur’an haline gelebilenlere…Ne mutlu, cihanın en hayırlı ve mes’ud insanlarına…
Selam ve dua ile…