Gelin, geçmişe bir yolculuk yapalım. Çünkü, cesaret taklit edilemez. Bedir savaşına gidelim. Savaşta araç ve gereçler yetersiz. Silahlar kötü. 300 mücahit Müslüman, Kureyş’in her şeyi mükemmel 1.000 savaşçısı ile karşılaştığı zaman, bu mücahitler Peygamberin etrafında toplanmışlar ve O’nun bir dağ gibi durduğunu görmüşler. Hz. Ali yaşadığı bir durumu bize nasıl anlattığına dikkat edelim. Hz. Ali şöyle der. ‘Biz Bedir’de, Allah Resulü’ne sığınıyorduk. O gün kendileri, düşmana en yakın olanımız, insanların en cesur ve metanetli olanı idi.’
İmanı güçlü olan kişi, yaşadığı olumsuz durumlara karşı dayanıklıdır. Çünkü insana yardım edecek gücün Yaradan olduğunu bilmektedir. Olumsuz durumu veren de, üstesinden gelecek gücü veren de, O’dur. Her şey O’nun elindedir. İnsanın akıl yapısı, O’nun gücünü kavrayacak güçte değildir. O’nun ‘Ol !’ demesi dahi yeterlidir. İmanlı insan, her şeyinde Yaradan’ı vekil kılar. Yaradan’ı vekil tayin eden kişinin de hiçbir şeyde şüphesi kalmaz. Yaradan’ın işine hiçbir zaman da karışmaz. Eğer kişi haddini aşarsa ve yüklerin altına girdiğinde ise, ezilir ve akabinde de korkaklığı da artar.
**
İslam tarihini incelediğimizde, gönülleri iman heyecanıyla dolu müminlerin sergilediği kahramanlık dolu hayat hikayelerini rahatlıkla görebiliriz. Peygamberlerin hayatında da
korkunun/
korkaklığın olmadığını da görebiliriz. Genellikle içinde yaşadıkları toplumlar, şirk ve küfür içinde yüzen bir coğrafyaya sahip. Peygamberler, tek başına tevhit sancağını kaldırmışlar. Büyük bir güce sahip olan düşmanlarla, yalnız başına mücadele etmişlerdir. Bu mücadele söylenildiği/okunduğu gibi basit bir durum değildir. Düşünün çirkef bir ortamda Arabistan halkının küçüğünden büyüğüne, erkeğinden kadınına kadar hepsi Peygamberimizin karşısına dağ gibi dikilmiş, fakat bütün bunlar O’nun sarsılmaz azmi, sebatı, cesareti karşısında darmadağın olmuştur. Düşünün, bu basit bir konu olabilir mi? O; İslam’a ve Müslümanlara düşmanlık edenlere, çirkefçe saldıranlara karşı hiçbir zaman yumuşak olmamış, tam aksine sert olmuştur. Çünkü Peygamberimiz, bunlara karşı
korkaklığın asla caiz olmadığını çok iyi biliyordu. Bir daha düşünün, savaş esnasında korkarak kaçmak, Yaradan’ın takdirini değiştirebilir mi? Ecel vakti gelince, Azrail meleği bizi nerede olursa olsun bulur. Melek gerekeni/ödevini yapar. Yaşanılacaklardan kaçış yoktur. Bu insanın savaş esnasında kendisini tehlikeye atacağı anlamına da gelmez. Çünkü kendisini tehlikeye bile bile atmak da caiz değil.
Peygamberimizin korkak olmadığına bir örnek daha verelim. Bir gün bütün Medine halkı, ani bir baskına uğradıklarını sanarak korkmuş. Sesin nereden geldiğini anlamak üzere sokağa çıktıklarında Peygamberimizin tek başına eyersiz bir atla olayı araştırıp geri döndüğünü görmüşler. Düşünün Peygamberimiz korkak biri olsaydı, toplumda bu kadar sevilmezdi. Saygı görmezdi. Çünkü insanın namusunu, izzet ve iffetini, canını, malını, kutsal olan bütün değerlerini korumak için mücadeleden kaçmak, bu durumda zillete boyun bükmek bir
korkudur/
korkaklıktır. İşte bu duyguyla mücadele kaçınılmazdır. Peygamberimiz bizim için bu konuda en ideal örnektir.
**
Geçmişimizden örnekler vermeye devam edelim. Bir gün
Kanuni Sultan Süleyman son seferi
Zigetvar’a çıkacağı zaman
Sadrazam Sokullu’ya:
‘
İyi dinle Sokullu! Bu vasiyetimi, benden sonra gelecek nesle de aktar! Bir padişah, daima asker evlatlarıyla birlikte sefere çıkmalıdır. Asker, padişahını yanında görünce şecaati artar! Düşman ise, padişah sefere iştirak ettiği için karşısındaki orduyu çok güçlü görür. Kuvve-i maneviyyesi bozularak cesareti kırılır. Harbi kazanan asıl saik, manevi kuvvettir!’ der.
**
Bir insanın idealini gerçekleştirme arzusu, eğer
korkusunu bastırıyorsa mesele yoktur. O kişi
korkak değildir. Ama insan kendini
korkak hissediyorsa, zamanla çevresindeki insanlara karşı da olumsuz tutum içerisine girebilir. Bu durum kişide hastalık halini alabilir. Tedavi için, girdiği ortamlara dikkat etmesi gerekebilir. Unutulmamalıdır ki
korkaklık bulaşıcıdır. Bu bulaşıcı hastalığa yakalanmamak-uzak durmak için, kişinin cesaretini artırıcı sportif faaliyetlerde bulunmak… gibi çalışmalar faydalı olur.
Korkunun bir tedavisi de çalışmaktır. Çalışırken kazanmak ve kaybettiği idrak eden kişi
korkak olamaz.
**
Bir aile ortamında çocuklara verilen terbiyenin, hem olumlu hem de olumsuz anlamda etkisi büyüktür. Ebeveynlere bu noktada çok iş düşmektedir. Hele hele küçük yaş grubundaki çocuklara, örnek alacakları şahsiyetlerin, hayatında
korkaklığın hiç geçmediği kahramanları anlatmak/okutmak gerek. Çünkü Müslüman deyince,
korkaklığı bünyesinde barındıran bir kişi asla akla gelmemelidir. Çünkü insan onuruna hiç yakışmayan, bir özelliktir
korkaklık. Bulaştığı insanın alçaklıkla toplumda damgalanmasına sebep olur.
Korkaklık insana hiçbir fayda getirmediği gibi, birçok hak ve özgürlüğün de elinden gitmesine neden olur.
Örneğin, ölüm gerçeği. Bu dünyada zayıf, çaresiz ölmektense, şan ve şerefle ölmek en iyisidir. Diğerinden binlerce kat daha değerlidir. Atalarımızın hayatında saymakla bitmeyen fetihler görmekteyiz. Bu kendilerinde var olan iman kuvvetine ve Yaradan’ın rızasını kazanma niyetini taşıyan eylemlerdir. Bu eylemleri Yaradan’ın rızası gözetilerek gerçekleştirirken (yani bir haksızlık karşısında direnirken) hayata gözlerini kapatırsa/ölürse
şehit olur. Elbette mükâfatı cennet olur. Yaptığı günahları da kanının ilk damlasında silinir. Şehit,
‘Ecel gelmeden önce kimse ölmez.’ gerçeğinin farkındaydı. Zaten ölüm, her canlının tadına varacağı bir gerçek. Ama hiçbir canlı, öleceği günü-saati-yeri ..gibi bilgilere sahip değildir. Hayata ilk gözlerini açan küçük canlılar, ölüm bileti önceden alınmış olarak doğarlar. Bu biletin/bilginin sahibi sadece Yaradan’dır. Ölümün yüzü, her zaman soğuk derler. Ölüm haberi bile, cahilde, hayatı durma noktasına getirir. Ölüm korkusu insanı halden hale sokar. İnsanı gaflete düşürerek, Yaradan’ın insanlar için hazırladığı dünya ve ahiret mutluluğunu görmesini engeller. Hâlbuki insan, fıtratında var olan güçleri/yetenekleri kullansa, durum daha farklı olacaktır. Cahilde ise; şeytanın vesveseleri, Yaradan’ın yolundan çevirmek için hileleri ve iyiliklere ulaşmayı engellemek için hazırlanan tuzakları görmemiz mümkündür.
**
Ahlaki hastalıklarımızın sebeplerini bulmaya çalışırsak; karşımıza neler çıkar? Gevşeklik, sorumsuzluk, ciddiyetsizlik, tembellik, acelecilik,… gibi nedenler çıkmaktadır. Hastalıkları tedavi için kullanacağımız yöntemlerimiz
-ki bu hastalıklarda korkaklık da dâhil- düzeltmenin en iyi yollarından bazıları; irade, gayret ve sabırdır. Unutulmamalıdır ki; tedavi sürecinde yalnız Yaradan’ı sevmek, yalnız O’ndan korkmak, sadece O’na kulluk edip ve O’ndan başkasına bağlanmamak, Müslüman olan her insanın hedefi olmalıdır. Başka hedeflerin çözüm noktasında yetersiz kalacağı muhakkaktır.
Amacımız ahlaki hastalıkların (ki üzerinde en fazla durduğumuz hastalığımız
‘korkaklık’) tespiti ve tedavi yöntemlerinin açıklığa kavuşturulmasıdır. Farklı bir amacımız yoktur. Ümmetin bir gün -cesaret gücünü kullanarak- içinde bulunduğu durumdan kurtulup, kıyama kalkacağına, eskiden yitirmiş olduğumuz değerleri tekrardan geri alıp koruyacaklarına ve Yaradan’ın katında büyük bir makam sahibi olacağına inancımız tamdır. Bunda hiç kimsenin şüphesi olmasın. Ama bu Yaradan katındaki makama sahip olmak için, gerekirse dünyadaki değerli makamlardan vazgeçilerek, o makama varmak için hiçbir zümreden/güçten/kimseden korkmadan imanın verdiği cesaretle hareket edebilmekle mümkün olacağını hatırlatmak isteriz. Her şeyi göze alarak cesaretle hareket edebilen kişiler, asla
korkak değildir. Cehaletin/karanlığın karşısında, haksızlık/yanlış yapanın önünde susarak durmak yerine, münasip bir dille haksızlığı/yanlışı söylemek en doğru olan yoldur. Ama
korkaklar, hakikati görmezden gelirler.
Korkaklarda var olan
korku duygusunu amacına uygun kullanmazsa (Ki herkeste korku duygusu vardır.) ileri zamanlarda kendisinde çok kötü huylar, ahlaklar peydahlanır. Buna mahal vermemek gerekir. Aslında
korkaklığın kaynağı, küfürdür. (Ki küfür, bir güce dayanmamaktır.) Dünyadaki nimetlerden istifade edip, Yaradan’ı tanımamaktır.
**
Acizliğini ve fakirliğini bilmeyen
korkaklara sesleniyorum. Tabii ki insan kendini
korkak diye nitelendirebilirse. Çünkü onlar, güçlerinin limitini idrak edemezler. Bunun neticesinde her şeyi düşman olarak telakki ederler. Bu insanlarla kesinlikle bir iş yapılamaz. Böylesi insanlar, dostlar(!) başına. Bu insanlar
korkaktırlar. Çünkü onlar cesaretleri olmayınca, hep çekinirler, Doğal olarak toplumun da, o insanlardan bir beklentisi yoktur. Yaşadıkça da diğer insanları da kendileri gibi düşünmeye, davranmaya çalışırlar. Onlar yaşamı çekilmez hale getirirler. Unutulmamalıdır ki, yaşamın her anında Yaradan’ın limanına sığınılmadığında yaşayacağımız problemler kaçınılmazdır. Elbette bunun neticesinde yaşanılacak kaygı ve endişeler yakamıza yapışacaktır. Bunun neticesinde içinden çıkamayacağımız bir dehlizin içinde kendimizi buluruz. Her şeyden
korkmaya başlarız. Bizde
korkunun oluşması, Yaradan ile bağımız oranındadır. Yaradan’dan uzaklaşmak, gereksiz yaşayacağımız
korkunun sebebidir. Bir orantı kuracak olursak; Yaradan’dan uzaklaştıkça,
korkuya yaklaşacağız (ve
korkularımız artacaktır). Bunu tersini de düşünebilirsiniz. Yaradan’a yaklaştıkça da
korkularımız azalacaktır. Şehitlerin cesaretlerini bu noktada tahlil edebilirsiniz. Şehitlerin ölüme korkarak değil, gülerek gitmeleri bu orantının hayata geçirilmiş halidir. Kısacası yaşamımızın merkezinde Yaradan varsa,
korkuya yer kalmaz. Ama yoksa her tarafımızı
korkular saracaktır. Hâlbuki
korku, Yaradan’ın yarattığı kulu için bahşettiği yaşamı korumak için vardır.
‘
Korku, Allah’tan korkusu olmayan içindir.’ (
Mevlana)
Yazılarımı sabrederek okuduğunuz için teşekkür ederim. Allah’a emanet olunuz.