Ömür sermayesini tüketirken, ‘Aşk, kime yakışır?’ sorusunun cevabını arar dururum. Tam bir cevap niteliğinde olmasa da, yolda bulduklarım şunlardır: Doğruluğuna inandığı, güvendiği, tereddüt etmediği bir varlığın elini, yolunu, yordamını bir ömür boyunca bırakmayan fertlere yakışır. Ve sulhu sükun içinde bir hayat geçirmek isteyenlere, vaatlerinde sadık olanlara, haklı olduğu davasında canla başla çalışanlara, bile bile hakikati saklamayanlara, medeni ve ictimai hayatı tanzim etmek iktisadi bir düzen vermek isteyenlere, geniş geniş nefer alarak yapıcı bir devrin açılması için çalışanlara, aziz ömrü iyi ve faydalı amaçlar uğrunda harcayarak medeniyet binasının bir an evvel kurulup tamamlanması noktasında mücadele verenlere, İslamiyet lehinde birleşenlere ….yakışır. Peki, sizce ‘aşk’ kime yakışır?
***
Her sabah uyandığımızda güneşin doğuşuyla birlikte Yaratanımıza karşı el açıp ‘Ya Rab! Bizi huzur ve sükûna kavuştur, düşmanla karşılaşır isek bize sebat ve metanet ver.’ diye dua ederek güne başlamayı, yeni ve temiz bir sayfada güzel işler yapabilmeyi arzularız. Peki siz, güne başlarken neyi arzularsınız?
Gün içerisinde nefes alıp verirken vicdanımıza karşı ‘Sükûn ve huzur içinde, tatlı bir güzel hayat geçirmeyi kim istemez?’ sorusunun yanıtını aramaya başladığımda, bir atasözü nün ‘Su uyur, düşman uyumaz.’ tümcesini unutsak da, düşmanın insanları rahat bırakmayacaklarını yaşamımızda rahatlıkla görür dururuz. Peki siz, gerçekten yaşamınızda rahat mısınız?
Atalarımızın bizi yıllardır uyardığı bir konudur. ‘Su uyur, düşman uyumaz.’ sözü. Uyumayan düşmanlar toplumda yıllarca aile aile, gup grup dolaşarak hep aynı teraneyi tekrarlayarak amaçlarına ulaşmaya çalıştılar. Günden güne seslerinin yükseldiğini, her tuttukları işte muvaffak olduklarını zannederek yola koyuldular. Ama Yaratanın ya da kendi ilahlarının yardımının onlarla beraber olduğu noktasında hem fikirdirler. Yıllar birbirini kovarlarcasına devam ederken aradıklarını hâlâ bulamadıklarını, iç âlemini kandıracak hakikate kavuşamadıklarının belirsizliğiyle yollarına devam ettiler. Onlar yolda çetin bir müdafaa ile karşılaşacaklarını hiç hesaba katmamışlardı. Alışkanlıklarından olsa gerek, kolayca bir zafer kazanacaklarını ümit etmişlerdi. Fakat evdeki hesapları çarşıdaki pazara uymamıştı. Artık son kozunu/kozlarını kullanıyorlardı. Karşı tarafa her türlü çirkef dillerini uzatarak, ortalığı gürültüye boğup, tozu dumana katıyorlardı. Korkuları vardı. ‘Sizler onların pençesine düşerseniz, ömür boyu belanızı bulursunuz.’düşüncesi onların içini kemiriyordu. Onlara göre, yılanı yuvasında bastırıp başını ezmek lazımdı. Ama Yaratanın yardımıyla içlerine öyle bir korku sinmişti ki, her taraftan üzerlerine hücum var sanıyorlardı. Her şey onlara göre saldırıyor gibi idi. Dünya/ Ümmet bile onları mağlup etmek için yola koyulmuştu.
Yeni bir vaziyet uyumayan düşmanları, ciddi olarak düşündürüyordu. O daracık kafalarında fırtınaların koptuğunu, her taraflarını müthiş bir korku sardığını görüyorduk. İçlerinde dinmeyen fırtınaları, ağızlarında dökülen sözlerinden, yerinde durmayan davranışlarından belliydi. Ülkemizde fırtınanın, kasırganın bayiliğini almış halleri olsa da her geçen gün kendi yol arkadaşları onlara hıyanet ederek yollarını ayırarak doğru tarafa geçtiklerini açık açık yüzlerine söyleme cesaretini göstermişlerdir. Ama manzara korkunçtu. Sayıları her geçen gün azalıyor ve galebe çalar hülyasına kapılarak ahdini bozup düşman tarafına geçmek neyin nesiydi? Dar durumda bırakacak fesatçı ve muzır unsurlar gittikçe azalıyordu.
Hıyanet-i vataniyenin cezası ağırdı. İnsan doğup büyüdüğü, her türlü nimetinden istifade ettiği vatanına ihanet edemezdi. Nankör olamazdı. Vatan hainlerinin, düşmanın tarafına geçip, dar zamanda ahdini bozamazdı.
Düşmanı kendi başına bırakmanın, tehlikeye meydan vermek olduğunu unutmamak gerek. Düşmanın -ki varsa-maneviyatını altüst etmek gerek. Bu okuduğunuz sözlerin/yazının kuru bir edebiyat olmamasını dilerim. Yazımızın devamında görüşmek dileğiyle…