Soğanlı ve otsu bir bitki olan lale çiçeğinin asıl vatanının Orta Asya olduğu ve Türkler tarafından Anadolu'ya getirildiği sanılmaktadır. Anadolu'da 12. yüzyıldan itibaren el sanatlarında süsleme motifi olarak kullanılmaya başlayan laleyi, şiirlerinde kullanan ilk şair de Mevlana Celaleddin-i Rumî olmuştur. Divan ve rubaîlerinde lale ile ilgili pek çok mısra bulunmaktadır.
Lalenin kesin olarak hangi tarihlerde Avrupa'ya götürüldüğü bilinmemekle birlikte Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Büyükelçisi A. G. Busbecq'in yurduna götürdüğü bitkiler arasında lale soğanlarının da olduğu sanılmakta. Busbecq, 1554 tarihli hatıratında laleyi ilk gördüğü Edirne-İstanbul yolu kenarındaki tarlalar olduğunu söyler. Onun tarfi ettiği bölge olan Silivri'de halen lale üretimi yapılmakta ve soğanları buradan Hollanda'ya ihraç edilmekte. Yaklaşık 400 yıllık bir lale üretim bölgesi, bu muhteşem çiçeğin üretiminin, Anadolu insanın tarihine sıkı sıkıya bağlı bir gelenek ve alışkanlık olduğunu gösteriyor.
Birçok yabancının soğanları için gemilerle İstanbul'a gelmiştir kaydetmektedir.
LALENİN ÖNEMİ
Lâleye verilen önemin en büyük sebebi, “lâle” kelimesinin yazılışıyla “Allah” yazılışında aynı harflerin kullanılmasından kaynaklnamkata. Allah, hilâl ve lâle kelimelerinin aynı harflerle yazılması ve ebced hesabıyla aynı değeri taşıması, lâleyi Allah kelimesini temsil eder hale getirmiş, maddî ve mânevî değerini arttırmıştır. Bu harflerin hiç birinde nokta kullanılmadığından, ünlü lâlezârîler lekeli lâleleri makbul saymamışlardır. Bu yüzden lâle yetiştirilmesine aşırı önem verilmiş; cami, çeşme, mezar gibi yerlerin süslenmesinde ve Türk süsleme sanatında lâle, yüzlerce üslupta yer almıştır.
Lâle tek soğandan, yalnızca bir dal ve tek bir çiçek verdiği için Allah’ın birliğini temsil eder ve görünüşü tevhid simgesi olan elif harfine benzetilir. Bu sebeble olsa gerek din âlimleri bu çiçeği yetiştirmiş, yeni şekil ve isimlerle üretmiş ve yetiştirilmesine öncü olmuşlardır.
Nitekim Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri’nin lale hakkında şöyle der:
“Lâle kelimesini oluşturan harfler, ism-i Celâl harfleri ile karşılaştırılırsa aynı olduğu görülür. Bundan dolayı lâle yetiştirmeye büyük ilgi vardır. Bu çiçeğe dikkatlice bakılırsa Hakk’ın nice mânevî sırları müşâhede edilir. Hatta manevî değerinin diğer çiçeklerden üstün olduğu o kadar açıktır ki, rağbet olunan temiz ve güzel bahçelerle havası güzel topraklarda açılırlar. Kefere diyârında ve süflî yerlerde çiçek açmadığı gibi soğanını bile çürütür.”
LALE DEVRİ
Lale devrine neden lale devri dendi?
Bu dönemin padişahı III. Ahmet, sadrazamı Nevşehirli Damat İbrahim Paşa'dır.
Lale en parlak dönemini 16-18. yüzyıllar arasında Osmanlı İmparatorluğu'nda yaşamıştır. Süs bitkisi ve süsleme motifi olarak kullanımı III. Ahmed (1673-1736) döneminde doruk noktasına çıkmış ve 1718-1730 yılları arası, daha sonra tarihçiler tarafından 'Lale Devri' olarak adlandırılmıştır. Bu dönemde basılan 'Lale Mecmuası'nda 50 kadar çeşidinin resimlendiği lalenin çeşitli kaynaklara göre 2000'den fazla değişik türünün olduğu belirtilmektedir.
17. yüzyıl sonlarından itibaren laleye karşı olan ilginin olağanüstü artışı, ünlü soğanları elde etme isteği, bazı nadir lale soğanlarının fiyatlarının olağanüstü artmasına sebep olmuştur. Bunu engellemek amacıyla 1725 yılında fiyatları saptayan bir listenin oluşturulması (Lale Narhı), bu müthiş tutkunun en önemli kanıtlarından biri olsa gerek.
Lale Devrinin tarihi sürecini Prof Dr Ekrem Buğra Ekinci’nin kaleminden öğrenelim:
Lâle, o kadar millî bir çiçektir ki, tarihimizde Yahya Kemal’in tabiriyle “Lâle Devri” diye anılan bir devir bile vardır. Lale merakı hadde varmış; lale bahçeleri, lale müsabakaları, lale müzayedeleri, lale şiirleri herkesi alakadar eder olmuştur.
Zenginlik ve sulh devresi olan bu devir, sonradan tarihçiler tarafından küçümsenmiş; haksız yere zevk ve sefayı anlatmak için kullanılan bir tabir hâlini almıştır.
Osmanlı, sanayi inkılâbına girişiyor
1730’daki Patrona darbesine kadar devam eden 12 yıllık bu devirde padişah Sultan III. Ahmedidi. Tahttan indirilen ağabeyi Sultan II. Mustafa’nın yerine geçmişti. Yakışıklı, kültürlü ve zevk-i selim sahibi bir padişahtı. Hattat ve şairdi. Gerçi büyük bir asker, atak bir devlet adamı değildi. Ama günümüzün Avrupa hükümdarları gibi demokrattı. Değerli gördüğü vezirlere geniş salahiyet vermekten çekinmezdi. Köhnemiş müesseselerin ıslahını gaye edinmişti. Önce ağabeyini tahttan indiren darbeci zorbaları imha ederek işe başladı. Osmanlı ordusu, Prut’ta ordusu Rus Çarı Büyük Piyotr’u yendi; ama Petervaradin’de Avrupa’nın gelmiş geçmiş en büyük askerlerinden Prens Eugene’e yenildi. Padişahın damadı sadrâzam Ali Paşa alnından vurularak şehid düştü. 1718’de imzalanan Pasarofça Anlaşması ile memleket Avrupa’da uzun bir sulh devresine girdi.
Padişah, Ali Paşa’dan dul kalan kızı Ayşe Sultan’ı verdiği Nevşehirli İbrahim Paşa’yı sadrâzam yaptı. O da küçük bir köy olan memleketi Muşkara’yı şehir hâline getirerek Nevşehir adını vermekle işe başladı. Nev, farsça yeni demektir. Sulhun tesiriyle memleket iç huzur ve refaha kavuştu. Memleket zenginleşti. Kâğıt, porselen, halı fabrikalarıyla, Avrupa’dan çok evvel sanayi inkılâbı başladı. İlk Müslüman matbaası bu zamanda açıldı. Gerçi gayrımüslimler asırlardır Osmanlı ülkesinde matbaa işletiyorlardı. Şeyhülislâm Abdullah Efendi, bunun çok faydalı bir buluş olduğunu ifade eden fetvâyı vermiştir.
Estetiğin zirvesi
Bu devirde mühendishane kuruldu. Dış ticaret arttı. Şiir ve edebiyat altın çağını yaşadı. Nâbi ve Nedim gibi şairler; Levnî gibi ressamlar; Ebubekir Ağa ve Tanburi Mustafa Çavuş gibi bestekârlar; Nâimâ gibi tarihçiler yetişti. İnsanlar okumaya, fikirler üretmeye, Avrupa’yı merak etmeye başladı. Lâle merakı memleketi sardı. Osmanlı zevki en rafine hâline bu devirde geldi. Şimdi bile Osmanlı usulü bir dekor kullanılmak gerektiğinde, bu devre ait çizgiler tercih edilmektedir. Eski Çırağan Sarayı, Üsküdar Yeni Câmii ve Sultan Ahmed Çeşmesi bu zevkin en güzel numuneleridir. Bunlar ve Sâdâbâd’da yaptırılan köşkler sayesinde inşaat sektörü gelişmiş; “tüketimin üretimi kamçılaması” hedeflenmiştir.
Bu sulh devresindeki tek harb, Rusya’nın İran’a müdahalesi üzerine başladı. İran’daki karışıklıklardan istifadeyle Rusya’nın Kafkasya’yı ele geçirmesinin ne demek olduğunu bilen sadrâzam, sulhsever siyasetine rağmen İran ile harbe mecbur oldu. Nahçıvan, Erivan, Azerbaycan, Hemedan fethedildi. Bu arada Asya’nın en büyük askerlerinden Nâdir Şah, İran tahtına geçti ve Osmanlı ordusunun karşısına dikildi.
Parlak devir uzun sürmedi
Herkes hâlinden memnun değildi elbette. En iyi iktidarlar bile, uzadıkça halkı usandırmıştır. Üstelik İbrahim Paşa çok kıskanılıyordu. Ancak namuslu, âdil ve iyiliksever olduğu için kendisini seven çoktu. Ancak alt tabaka arasında menfi propaganda yaygındı. Haberi bile olmadan paşaya düşmanlık peyda eden din yobazlarından eski İstanbul kadısı Zülâlîzâde ile Ayasofya vâizi İspirîzâde, tahrikçilerin başında geliyordu. Sadrâzam, son Alman harbinde hâl-i perişanına şahid olduğu yeniçeri ocağının ıslahında kararlıydı. Üsküdar’da bir kışla kurarak, Fransa’dan getirttiği subaylar nezâretinde modern usulde talim yapan bir birlik kurdu. Bu da orduyu kendisine düşman etmeye yetti. Aşırı merhametli ve yumuşak tabiatı, sonunu hazırladı.
Hükümetin, gümüşün değerini düşürerek paranın kıymetini artırma çabaları, Galata sarraflarının işine gelmedi. Darphaneye gümüş satmayı kesince, para basma işi aksadı. Ticarî hayat durma noktasına geldi. Hükümet imalatı arttırmaya çalışırken, ithalatı sınırlamak için tüccarlara ticaret vergisi koydu. Bu esnada İranlıların Tebriz’e girip katliâm yaptığı haberi İstanbul’a bomba gibi düştü.
Profesyonel isyancı
Patrona (amiral) gemisinde tayfa olduğu için Patrona Halil diye anılan Arnavut bir sergerde, vaktiyle Venediklilerin tahrikiyle ayaklanmaya karışmış; gemi süvarisi Abdi Paşa tarafından idamdan kurtarılmıştı. Sonra Rumeli’ye geçerek yeniçeri olmuş; Vidin’de bir isyana katılmıştır. Mısır’a kaçmış; burada tefecilerin tahrikiyle tertiplediği isyan bastırılınca; profesyonel bir ihtilâlci hüviyeti kazanarak İstanbul’a kaçmıştır. Burada bir seyyar tablada iğne-iplik satmaya başlamıştır.
Patrona Halil, şehirdeki huzursuzluğu fırsat bilip, sarrafların, esnafın ve menfaat icabı sadrâzama muhalif olan ricâlin tahrikiyle bir ihtilâl tertipledi. İran seferi gecikince, padişahın yeniçeri ocağını dağıtmak niyetinde olduğunu yaydı. Bugün yanlış olarak Patrona Hamamı diye bilinen Beyazıt’taki Sultan II. Bayezid Hamamı’nda elebaşlarıyla toplanıp isyan bayrağını kaldırdı.
Ekserisi esnaf yeniçerilerden müteşekkil isyancılar kazandı. Sadrazamı ve damadı olan kaptan-ı deryayı linç ederek padişahı tahttan indirdiler. Padişah, yeğeni Şehzâde Mahmud’u önce alnından sonra elinden öperek tahtına oturttu. İstanbul’u süsleyen kasırlar, köşkler, bahçeler yok edildi. Osmanlı Devleti, sanayileşme yolunda büyük bir fırsatı kaçırmış oldu. Lâle Devri, Tanzimat’ın provasıdır; anlatıldığı gibi bir zevk ve sefa devri değildir. Sermayenin ajanı Patrona Halil’i, bir halk kahramanı sanmak da gülünçtür. Sultan I. Mahmud, kısa bir müddet sonra fırsatını kollayıp isyancıları sarayda tepeledi. Amcasının açtığı ıslahat yolunu devam ettirdi.