KARANLIĞIN ŞAHİDİ!
Arabadan bir şey almaya çıktım,
O gidiyordu,
Benden habersiz, kendi halinde, bir arkadaşımın klişe sözü ile söylemek gerekirse:
“Kendi kendine”
Öyle ya, zaten realitede bu değil miydi?
Hayatta olan, döngü mevzusu.
İçine dönmek.
Bahardan hemen sonra gelen, Kiraz’ın hemen gidişi gibi,
Bir acele, bir acele
Ne bu ecele?
Der ya ata:
“Acele eden ecele gider”
Zamane insanı buna bir kılıf uydurmuş, tıpkı araba kılıfı satan kilimci gibi, bağırır minibüs duraklarında:
“Kılıfçı geldi! Kılıfçı”
Hani sokakta şen şakrak bağıran, seyyar satıcı abula gibi:
“ Bohçacı geldi hanım!” dercesine.
İşte bu kılıfçı da der ki:
“ Hızlı yaşa genç öl, cesedin yakışıklı olsun”
Neyse mevzumuza dönersek, ne demiştik,
Ha evet!
Arabaya gittim, gidiyordu oda.
Baktım peşinden, o benden habersiz, ben haberim varmışçasına. Baktım peşinden, o bakmadı bana.
Tıpkı, peşinden bakan, sevgiliye, dönüp bakış atmak ama onun camı kapatması gibi.
“ Tü aksi! Neden döndüm ki?” derken ki ruh hali.
Sokak lambaları ikimizin de üzerine boca ediyordu, altın sarısı, tunç kâsesinden çıkardığı ışıklarını.
O bir hayvandı belki.
Giydirilen elbiseye göre, bizde bir insan.
Biz onun insanı, oda bizim hayvanımız.
Toni’miz,
Çomarımız,
Fındığımız,
Pamuğumuz,
Dakko’muz.
Ne güzel demiş Aşık Veysel, değil mi?
“ Koyun kurt ilen gezerdi, fikir başka başk olmasa.”
Bir kavis çizerek, gözden kaybolmasına, az kalmıştı.
Bana göre O,
Ona göre ben!
Kaybolacaktık.
Karşılaşmak mı?
Bir daha mı?
Kim bilir?
Ya nasip!