Bu zirve içerik ve alınan kararlar açısından Hudeybiye Antlaşmasını Andırmakta :
..... Müşrikler Müslümanların Mekke'ye girmelerine izin vermeyeceklerini açıkça söylüyorlardı. Hz. Peygamber ise "Biz buraya kesinlikle savaşmak için gelmedik. Amacımız Kâbe'yi ziyarettir, Umre yapmaktır. Kureyşliler eski savaşlarda zayıf düşmüşlerdir. Dilerlerse onlarla bir anlaşma, bir sure için barış anlaşması yapmak isterim. Kabul ederlerse ne âlâ, aksi takdirde Allah'a yemin ederim ki, ölünceye kadar onlarla savaşırım" diyerek barış öneriyordu.
Allah Resul’ünün kararlılığı yüzünden müşrikler savaşı göze alamadılar. Akabinde Hudeybiye Barış Antlaşması imzalandı. Maddeleri ise mevcut tablodaki üstünlüğümüze rağmen bir hayli çarpıcı idi. Şöyle ki :
1-Müslümanlarla müşrikler on yıl süreyle savaşmayacaklar, birbirlerine saldırmayacaklardı.
2- Müslümanlar bu yıl Kâbe’yi ziyaretten vazgeçerek geri dönecekler, ancak gelecek yıl umre yapacaklar, müşriklerin boşaltacağı Mekke'de üç gün kalacaklar ve yanlarında yolcu kılıçlarından başka silah taşımayacaklardı.
3- Mekke'den birisi Müslüman olarak Medine'ye sığındığı zaman iade edilecek; fakat Medine'den Mekke'ye sığınanlar iade edilmeyecekti.
4- Arap kabileleri istedikleri tarafla anlaşma yapmakta serbest olacaklardı.
Hudeybiye antlaşmasının bütün şartları görünüşte Müslümanların aleyhine idi. Bu nedenle Müslümanlar büyük bir hayal kırıklığına uğradılar. Bu antlaşmayı bir aşağılanma, bir küçük düşürülme olarak kabul ettiler. "Sen Allah'ın Resulü değil misin? Davamız hak dava değil mi? Bu zilleti neden kabul ediyoruz?" diyen Hz. Ömer'in sözleri, Müslümanların genel üzüntülerinden doğan tepkinin dile getirilişinden başka bir şey değildi. Fakat şüphesiz Allah ve Resulü neyin hayırlı, neyin şer, neyin izzet, neyin zillet olduğunu daha iyi bilirdi.
Hudeybiye antlaşmasının en önemli yanlarından veya sonuçlarından birisi hiç kuşkusuz siyasî yönüdür. Daha önce Mekkeli müşrikler, Medine İslam toplumunun varlığına bile tahammül edemezlerdi. Hatta Müslümanları kökten yok etmek amacıyla Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarında olduğu gibi birçok girişimde bulunmuşlardı. İşte bu antlaşma ile ilk kez müşrikler Medine İslam toplumunu resmen tanınmış oluyorlardı. Bu durum İslam'ın kabileler arasından büyük bir önem kazanmasına neden oldu.
Antlaşmadan önce Müslümanlarla müşrikler arasında hemen hiç bir ilişki yoktu. Hudeybiye ‘den sonra ise iki taraf arasındaki ticari ve ailevi ilişkiler canlandı. Hz. Peygamber istediği yerde İslam'ı rahatça tebliğ etme imkânına kavuştu. Bu nedenle hem Mekke'de, hem de çevre kabileler arasında İslam'ı kabul edenler hızla arttı. Öyle ki, Hudeybiye ile Mekke'nin fethi arasında geçen iki yıl içinde Müslüman olanların sayısı, Hudeybiye ‘den önceki on dokuz yıl boyunca Müslüman olanların iki katına ulaşmıştı.
Hudeybiye barışının göründüğü gibi kötü bir anlaşma olmadığını, tersine Müslümanlara zafer kapılarını açan bir "feth-i mübin" olduğunu açık bir biçimde ortaya koymaktadır.
Bu durumun bir benzeri de Tahran'da İdlib Zirvesinde Yaşandı. (Değerli Okuyucularımızdan İstirham Ederim şu yanlış anlaşılmaya mahal vermesin -Sayın Erdoğan'ı Hudeybiyede ki Peygamber Efendimize benzetme-yerine koyma mantığı ile değil olaylar arasındaki benzerlik ile yaklaşım ortaya koyuyoruz.- Ola ki söylemlerimiz çarpıtılmaya açık olur, izahatını vaktiyle söyleyelim. )
Yaşanılan ise şu: Görünüşte İslam Âleminin Menfaatini, Suriye’deki Savaşın mazlum siviller üzerindeki etkisini düşünen yegane ülke/lider Türkiye olarak bildiride alınan kararlar açısından ülkemizin temsilcileri/yöneticileri tarafından talep edilen kararlardan önemli hususların antlaşmaya dâhil edilmeyişi İdlibteki siviller açısından ciddi bir sorun gibi görünmektedir. Söz misal: ateşkes durumunun sağlanmasını talep eden ülkemizin bu talebi karşılık bulmamış olup bildiride yer almamıştır. Ayrıca olası bir hareket ve savaş durumunda oluşabilecek büyük göç dalgası karşısında Türkiye’nin artık mülteci alamayacağı gerçeğinin de üst perdeden dillendirilmesi meselesi de altı çizi bir şekilde vurgulanmıştır.
Ülkemizi ilgilendiren zahirde iki ana mesele ‘’Ateşkes ve Göç’’ : Bu iki mesele için net bir tavrı olmayan bildirinin ülkemiz adına ve savunduğumuz görüşler/tezler namına bir kayıp gibi görünse de önümüzdeki süreçte saha da gelişecek olan olaylar ve masada alınacak yeni kararlar ve sonraki zirveler şer gibi görünen bu sürecin aslında hayır olduğunu da gösterebilir elbette ki. Lakin mevcut konjonktürde baskı ve taleplerimize rağmen alınan kararlar açısından çok da tatmin edici değil gibi. Biz diyoruz ki gelin ateşi keselim; onlar diyor ki: (Suriye, Rusya, İran(Bu sefilin bu grupta ne işi var diyenlere: ne vakit ümmet adına bir fayda sağladı ki – bencil ve açgözlü), Büyük Şeytan(abd), Küçük Şeytanlar(ab)) biz ateşiz ve ateşten besleniriz ateş devam etsin ki ısınalım – Müslümanlar birbirini yaksın bizim sattıklarımızla, başlarını kaldıramasınlar oyalanıp dursunlar.
Biz (Türkiye ve Türkiye’nin Halkları) bu durumun farkındayız bir hiçlik uğruna şeytanları sevindiren bu savaşın büyük bir yanlış ve garabet olduğunu çoktan anladık ama bizim de yaptığımız bu hatanın (Arap Baharına !!! (isteyerek veya zorla) verdiğimiz destek; diktatörlere !!!(Kendi yönettiği ülkesinin refahı için çarpıcı, kimi zamanda sıkıntılı yöntem ve tarzları benimseyen yönetim metotları – Hakkın Usullerine göre eksik/hatalı/ sorunlu olsa da mevcut duruma göre bin kere iyi-mükemmel olanlara); Karşı demokrat! Müslüman ve İnsan Dostu! BATI (Kapitalist, Aç Gözlü, Emperyalist Haçlı Ordusu/Şeytanların) yanında yer alarak bedelini fazlasıyla ve büyük bir pişmanlıkla ödüyoruz.
Anladık ki Arap Baharı değil Arap için Son Bahar hareketi imiş meğer.
En nihayetinde bizler de yöneticilerimiz de beşer hata yapmaya muktediriz. Yalnız bu hata tarihe büyük bir hata olarak geçebilir. Ancak biz bunu İSLAM DÜNYASININ RÖNESANSI (Yenilenip Hak üzere birleşmek-ilerlemek) hareketine çevirebiliriz. Bize sonbahar yaşatmak isteyenlere küllerimizden doğarak yeniden yeşererek cevap verebiliriz. Bizi budadıklarını sananlara daha gür karşılık verebiliriz. Kim bilir belki de bu kıyımlar bu kayıplar bizim için büyük doğumun sancılarıdır. Biz bizi öldürmeye, yok etmeye çalışanlara yeniden doğarak karşılarına dikilerek cevap verebiliriz.
Ya HU üstat çok kallavi sözler ediyorsun eyvallah da nasıl ama?
Azizim bizim hamurumuzda var: Hani bazı kavramları bilim bile tam olarak açıklayamaz (bilim cahil olduğu için veya doğaüstü diye değil henüz o konu aydınlanmamıştır diye belki de bilerek aydınlatılmak istenmiyordur). Zira farkındalık elde edecek böyle bir toplum yapacağı eylemlerin karşılığını bilerek yaparsa işte o zaman tarihi yazanlar için mürekkep olmaktan çıkar ve tarihi yazan el olur. Belki de bizim bu farkındalığı elde etmemizden korkuyorlardır/çekiniyorlardır. Sırf bu yüzden başımıza bu kadar iş açıyorlardır. Biz de bir türlü ayılamadan bu akıntı da sürükleniyoruz. Yalnız atladıkları bir şey var kendi elleriyle bizlere dayattıkları kapitalist küresel yaşam tarzı. Bu yaşam tarzında bir kısım insanlar sisteme tabi olup birer piyon olurken (geçmişteki gelenekçi zümre bu sefer de şeytanların farklı yöntemlerle dayattıkları maddi/geçici olay ve objelerin kölesi olan sıradan halk) bir kısım ise tüm bu gerçekliği bütün çıplaklığı ile görerek yol alıyor.
Normal şartlarda böyle bir oligarşik yapılanma veya yönetimde dinde oluşacak ruhban zümresi toplum için bir yük olup geri kalanların bu zümrelere biatı ile gittikleri bu yolda yanlış da yapsalar bunun farkına varamayacakları için bir dezavantaj olsa da şu şartlarda geçici süreliğine bu bizim için bir tür kurtuluş reçetesi olabilir. Zira bu kadar kalabalık ve çok kişi aynı anda uyanırsa ortalık karışır. Hele hele uyandığını sanıp uyumaya devam ederse daha çok SÖZDE BAHAR yaşarız. İyisi mi bizim uyuyanlarımız uyumaya mevcut şartlarda biat etmeye devam etsin, farkında olanlar ise biat değil makul çerçevede destek vermeye devam etsin. Vakti gelince tek bir uyanık bütün uyuyanları uyandırabilir. O vakti gelinceye kadar dişimizi sıkıp sabretmemiz gerek. Yalnız bu demek değil ki uyuyanlara da bir yandan ninni söyleyelim; tam tersi tek tek yavaş yavaş, bölük bölük uyandırmaya içinde bulunduğumuz halleri onlara fısıldayıp sessiz sinema mantığı ile onlara göstermeden bazen de haykırarak (one minute ! ) anlatmalıyız.
Uyananlar yavaş yavaş bize dahil olmaya bu şeytanların baskıları karşısında aklı, ilmi, gayreti, cesaret ve varlığıyla yanımızda var olmaya başladığı zaman itibariyle biz, biz olmaktan hepimiz olmaya geçeriz. Bu süreçte her kim ne yapıyorsa en güzelini en doğrusunu en iyisini yapmaya devam ederken alacağı tek referans: objektif ahlak olması yetecektir. Yalnız bu objektif ahlak için de insan-toplum menfaatlerini gözeterek devam etmelidir.
Hasılı azizim 50 yıl esaret altında kalan bu milleti bir Kürşat uyandırmaya yettiyse, yenilmezleri imanı ve azmi ile bir Alparslan dize getirdiyse, nice çoklara bedel bir Tarık(Bin Zİyad), Bir Selahaddin olduysa, bölük pörçük beyleri bir Osman birleştirdiyse, dünyanın mihengine altın harflerle adını kazıyan bir Fatih, bir Selim, bir Süleyman olduysa
VALLAHİ AZİZİM BU DAVADA ARAMIZDA DAHA NİCELERİ VAR.
Yeni uyanıp da aramıza katılanlar da bizden daha uyanık olanlarla HEPİMİZ olup bu davaya omuz verip; devlete sırtını yaslayanlar değil de devleti gerekirse sırtında taşıyacaklar (millet devlet için değil! devlet millet içindir ancak bunun için evvel devlete sahip olacak ve esas sahibi olacak bir millet gerek) milleti de ümmeti de uyandırıp batıla karşı nice zaferlerin altına imza atacağız. ( Belki yarın, belki yarından da yakın – belki 10 yılda belki 100 yılda-) . Bu süreçte esas olan gayret, inanç, azim. Bu davada bu süreçte yaptığımız hatalar da olacaktır(hata gibi görünen hayırlar da), aramızda yoldan dönenler de, yorulup pes edenler, inancını kaybedenler.. Bunlara sözümüz yok onlar selamet ile kalsın lakin ihanet edenleri, hepimize karşı biz olanlar, ayrılıp da tuzak kuranları ne affedeceğiz ne de unutacağız.
Şimdi de ki ehh be azizim nerden nereye geldin Arap Bahar’ındaki yaptığımız yanlıştan, İdlip Zirvesindeki kayıp gibi görünenlerden tuttun da uyuyup uyananlara bağladın. Ben de diyorum ki İdlip de geçecek bu süreç de esas olarak kalacak olan bizim bundan ne çıkardığımız tarihe bundan sonra nasıl yön vereceğimiz, olayları sıradan ele alıp olayların içine hapsolursak sadece günü gündemi değiştiririz ben diyorum ki gelecekte yazacağımız tarihi değiştirelim.
Unutmayalım ki Hudeybiye anlaşmasında da biz zararlı gibi görünüyorduk zahirde lakin zaman gösterdi ki biz çok avantajlıymışız. Allah’ın izni ile bugün de öyle olacak. İnanıyoruz ki bize çelme takmaya çalışanlar bu çukura kendileri düşecekler. Ama bugün ama yarın. Bu avuntu değil ya da kendimizi kandırmaca, trollük, toz pembe dünya da değil. Ben diyorum ki düne bak ben sana yarını fısıldıyorum. Yalnız unutmadan düne bak derken dünde kalma hapsolma orada, sadece oradan ibret al. Biz yarını yaşayacağız/yazacağız.
Peki ama BİZ nasıl HEPİMİZ olacağız da bu yolda bunları başaracağız diyen değerli kardeşlerime Büyük Üstat'tan ibretlik bir kelam :
“Bizler ki aynı kitaba baş eğmiş insanlarız. Bizden ala akraba mı (BİZ - HEPİMİZ) olur?”
Cemil MERİÇPARS ANADOLU