Kabul etmek
Hayatı, yaşananları, olayları, kişileri yaşamı olduğu gibi kabul etmek gerekir. Ama kabul etmek bir yana ret etmek için çırpınır dururuz. İnsanın doğasında sevgi, nefret, kıskançlık, kin, haset, gıpta, öfke gibi pek çok duygu doğuştan vardır. İçimizdeki bu duygular tıpkı bir şarkıdaki notalar gibi, bazen yükselir bazen alçalarak yaşam melodimiz oluştururlar. Hiç kimsede hiçbir duygu tamamen baskın veya sıfır düzeyinde değildir. Her duygu belirli durumlar için gereklidir ve ihtiyaca göre ortaya çıkarlar. İçimizde duyguların uyum durumu, tepkilerimizle ortaya çıkar ve yaşam kalitemizi belirler. Duygular bir anda ortaya çıkıp, düşünceyi bedeni ve tepkileri ele geçirerek istenmeyen sonuçlara neden olabilmektedir. Duygular düşünceden daha güçlüdür. Bir insan yaralı bir köpeği görüp çok üzülür. Ama duygusal olmaktan, duygulara kapılmaktan bir adım öteye gidip duyarlı davranmayı öğrenmek duyguların asıl görevini anlamış olmayı gerektirir. İnsan duygusal tepkilerle gözyaşları dökebilir, endişelenilebilir, stres olabilir. Ancak insanın yoğun duygu etkisinde iken mantıklı, yararlı ve doğru kararlar alması zorlaşır. İşte bu noktada duyarlı olma konusu devreye girmektedir. Yolda yaralı bir köpeği gören birinin ağlaması duygusallık iken alıp veterinere götürüp tedavi ettirmek ise duyarlılıktır. Kabul etmek bu konuda kişinin kendini tanıması ve olması gerekeni bilerek o yönde hareket etmesi için kabul etmesi çok önemlidir. Ama çoğu zaman insan olanları, kişileri ve yaşananları kabul edemiyor. Zorluklar, gelişme, genişleme, açılma, rahatlama ve çözümler de bu gibi durumlarda daha iyi anlaşılıyor. Hayatta tıpkı okul hayatı gibi sınavlarla insanın gelişme düzeyini test ediyor. Hayatı olayları yaşananları insanları kabul etmek çok zor diyorlar. Oysa insanlar, olaylar, yaşananlar oldukları ve olması gerektikleri gibi olurlar. İnsanlara, olaylara ve yaşananlara anlamı yine insanlar verir. Buradaki sıkıntı kabullenme noktasındadır. Beklentiler, sahiplenme ve yargılar kabullenmeyi zorlaştırır. İnsan zorluklara hikmetle, ruhsal gelişim ve farkındalık fırsatı olarak bakabildiğinde işi kolaylaşır. Aktif bir şekilde süreci yaşayarak, olumlu yaklaşımlarla araştırma içinde durumdan çareler arayarak çözüm bulmak esas kabuldür. Yoksa kabullenmek her olayı hiçbir şey yapmadan olduğu gibi kabul etmek demek değildir. Ama bazen olaylar istediğimiz gibi olmaz, uğraşır zorlanarak gayret ederiz sonuç beklediğimizin zıttı yönde sonuç verir. Hititlere ait olduğu söylenilen “Tanrım, Bana değiştirebileceğim şeyleri değiştirmek için cesaret, değiştiremeyeceğim şeyleri kabul etmek için sabır, İkisi arasındaki farkı bilmek için akıl ve beni aşkın körlüğünden ve yalanlarından koruyacak dostlar ver” duası, cevap gibidir. Her şeyi yaptıktan sonra olanı kabul etmek için hikmetle bakabilmek gerekir. Hikmet çerçevesinden bakmak insanı çok rahatlatır. Nasreddin Hoca bir gün soluklanmak için bir ceviz ağacının altına oturmuş. Ağacın yanında karpuz tarlası varmış. Hoca “Hey güzel Allah’ım, demiş, kavuğum kadar karpuzun serçe parmağım kadar sapı var. Şu kocaman ceviz ağacının da küçücük meyvesi var derken bir ceviz pat diye kafasına düşer, ağrı içinde yerinden zıplayan hoca, bir cevize, bir karpuza bakıp, güzel Allah’ım, demiş, sözümü geri aldım. Ya bu karpuz ağacı olaydı! Halim nice olurdu demiş. Tasavvufta hikmet genellikle, “ilâhî sırların ve gerçeklerin bilgisi, varlıkların var oluş amaçlarının kavranması, sebeplerle bunların sonuçları arasındaki ilişkilerde ilâhî iradenin rolünün keşfedilmesi” anlamında kullanılır. El-Fârâbî Tasavvufta hikmeti kısaca “manaları idrak etmek” şeklinde açıklamaktadır. Ancak her hikmet, bir hüküm olmasına rağmen her hüküm hikmet değildir. Genellikle insanları yanlış yollara düşmekten koruyup, doğru yola ileten düşünceye hikmet denir. Sonu iyi olacaksa, birkaç günlük sıkıntı mühim değildir. Sonu felaket olacaksa, birkaç günlük rahatlığın anlamı yoktur. O nedenle her koşulda yaşananların sonunda hayrı görecek şekilde hikmetle bakabilmek tecrübe istiyor. Hikmet, velilere has, kaynağı ilâhî ilham olan, öğretimle kazanılmayıp riyazetle elde edilebilen hakikat bilgisi olarak tanımlanmaktadır. Bilgiyi kullanıp uygulamak ve yine bu bilgiyle hüküm vermek anlamı da vardır. Yunus Emre’nin İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir, sen kendin bilmezsin, ya nice okumaktır şiiri ilmin hikmet ile ilişkisini vurgular. Gazali, tefekkürün gerektiği şekilde kullanılmasıyla hikmetin meydana geleceğini söylüyor. İnsan öğrendikçe, bildikçe edindiği ilim sayesinde iyiliği ve güzelliği, sözlerde doğruyu ve yalanı, inançlarda hak ile batılı, işlerde güzel ile çirkini kolaylıkla ayırt eder hale gelir. İşte ilim sayesinde meydana gelen güzel neticeye hikmet denir. Eğer insan yaşadığı olaylara daha geniş açıdan ve sonunun bir şekilde iyi olacağını bilerek sakin olarak bakabilirse, hikmeti anlamış ve “olanda hayır var“ diyebilmiştir. Olanda hayır var deyip, tefekkür ederek elinden geleni yaptıktan sonra tevekkül etmek gerekir. Kabul etmek hiç bir şey yapmamak, durup beklemek veya öylece durmak değildir. Kabul etmek olayı kabul edip çözüm aramak demektir. Yaşanan her ne ise kabul etmek ve geleceğe (daha iyisi için iyimser bir şekilde) çözümsel bakış ile bakabilmektir. İzin verin kabul etmek, sizi acı, sıkıntı ve ıstıraba mahkum eden bağlardan kurtarıp özgürleştirsin. Kabul edin ve ardından içinizdeki barışın, huzurun, rahatlığın tadına varın. Bu, her insanın yapabileceği bir iş değildir. Fakat, bunu yapabilen, büyük bir insandır.