BİR BAŞKA AÇIDAN
Güneş her akşam nasıl batıyorsa öyle batmıştı o akşam. Şehir dışındaydım. Canım arkadaşımın kızının, mutlu gününün telaşında Tv internet vs. hepsinden uzak, kendi zamanımızı yaşıyorduk.
Ertesi gün için yemek hazırlıklarının ortasında neşeli sohbetler ederken Saat 22.00 civarında gelen bir telefon tadımızı kaçırmıştı. Telefondaki ses Türkiye'de darbe olduğunu cumhurbaşkanı ve başbakanın kaçtığını, dikkatli olmamız gerektiğini söylemişti. Neler oluyordu? Kolumuz kanadımız kırılmıştı sanki... Hemen tv başına geçtik. Görünen oydu ki gerçekten ortada bir hareketlilik vardı. Başbakan, bir kalkışma hareketinin gözlendiğini söylüyordu. Farklı farklı kanallara baktık. Tv kanallarının her biri başka bir şey söylüyordu. Kısa süren bu anlamsızlıktan sonra TRT'de o tarihi
-sözde- darbe bildirisinin okunmasıyla olayın ne olduğunu anlamıştık. O an büyüklerimizin 80 darbesi ile alakalı anlattığı sahneler bir film şeridi gibi geçti zihnimden. Dünya başıma yıkılmış duygusuna kapılmıştım. Olacak şey değildi... Sabaha karşı sokaklar elleri silahlı askerlerle mi dolacaktı? Sokağa çıkma yasakları... Evlerinden tek tek alınan masum insanlar yakalanıp derdest mi edilecekti?
Dakikalar içinde onlarca soru geçti zihnimden. Hangi devirde yaşıyorduk. Bu devirde darbe de ne demekti? Halka rağmen bunların olma ihtimali var mıydı?
*****
Zaman ilerledikçe, kullanılan hava araçları, bombalar ve halkın üzerine tanklardan açılan ateşler yaşananların bir darbeden öte sanki bir savaş olduğu izlenimini veriyordu.
Milletin iradesine kastedenler anlaşılan bu sefer büyük oynayarak şans ihtimaline yer vermek istemiyorlardı. İletişim araçlarını ortadan kaldırmak için Türksat hedef alınmış, atıl durumda olan büyük verici anten vurulmuştu. Eğer Türksatın olağanüstü durumlar için aldığı tedbirler olmasaydı hiç kimsenin hiç bir şeyden haberi olmayacak sabah kalktığımızda iş işten geçmiş olacaktı.
Gecenin ilerleyen saatlerinde Cumhurbaşkanımızın güçlü bir irade ile halkı sokağa çağırdığı an, tarihe geçecek olayların başlangıcı olmuştu. İtiraf etmek gerekirse o âna kadar sokağa çıkmak aklımın ucuna bile gelmemişti. Sanırım bir çok kişi için de öyleydi.
Tam o dakikalarda annemle konuştum. Biz çıkamıyoruz siz hemen sokağa çıkın, Allah yar ve yardımcınız olsun, dedi.
Sokağa çıkarken vurulmak ya da ölmeyi aklımın ucuna bile getirmemiştim. En fazla tutuklanabiliriz, diye düşünerek kimliğimi almıştım yanıma.
Bulunduğumuz şehrin meydanındayken Boğaziçi Köprüsünde askerin halka ateş açtığı haberini duyduğumda ise olayın boyutunu daha iyi kavramış, insanları ölümü bile göze alarak yollara döken ruh ile Rabia meydanına yürüten ruhun aynı olduğunu düşünerek gıpta etmiştim. Canlarını hiçe sayarak köprülere havalimanlarına ve birçok kritik noktaya akın eden insanların yaptıkları gıpta edilesi bir şey değilse neydi? Çoluğunu çocuğunu yanına alıp sokağa koşan herkes aynı öfkeyi taşıyordu.
Bu noktada halkın duyarlılığı ve özgüveni tartışılamaz. Ancak kitleleri organize eden ortak bir ses hepsinden önemliydi. O akşam sayın Recep Tayyip Erdoğan'ın sokağa çıkın, çağrısı olmasaydı öfkeli kalabalıklar belki de makus kaderlerine teslim olacaklardı. Halkın kendi iradesine sahip çıkma kararlılığı, güçlü bir liderin yönlendirmesiyle düşmanların bile hesaba katamayacağı destansı bir direnişin tarihe geçmesine neden oluyordu.
Farklı renklerden oluşan bir yüzey düşünün, hareketsizken renklerinin hepsi ayrı ayrıdır. Hareket halinde olduğu zaman ise tüm renkler birleşip tek renk olarak görünür. İşte o akşam olanlar da aynen bunun gibiydi. Bir toplumun iradesine kastediliyordu.Ve insanlar iradelerine sahip çıkmak için renklerinin farklı olmasına aldırış etmeden bir araya gelmişti. O akşam yaşadığı topraklara hakim olmak isteyen hainlerin iradesine teslim olmamak için tank ve uçaklara meydan okuyan insanların farklı bir rengi yoktu. Herkes tek yürek tek bilek olmuştu. Mesele vatan, gerisi ise teferruattı.
*****
Aradan geçen zaman zarfında o akşam canlarını hiçe sayarak meydanlara koşan yiğit insanların ruh hallerini ve evrensel kahramanlık duygularını anlamaya çalıştım. Hz İbrahim'i düşündüm... O, ateşe atılırken ateşin kendisini yakmayacağını biliyor muydu? Sonra Musa'yı... Kızıldeniz'e doğru yola çıkarken denizin önünde yol olacağını biliyor muydu? Abdulmuttalip ''develerim'' derken ebabillerin kabeyi koruyacağını biliyor muydu? Sanırım hiç biri başladıkları işin sonunun nasıl olacağını bilmiyordu. Önüne gelen imtihanı doğru vermekten başka bir gayeleri de olmamıştı. Ve sanırım hiç bir destan destan olsun diye yaşanmamıştı. Tarih Bedir'den Uhud'a, Çanakkale'den Kut'ul Amare'ye, canını davası uğruna hiçe sayan kahramanların destansı direnişine şahit olmuştu ve olmaya devam edecekti.
O akşam tankların karşısına dikilen insanlar da tarihe mâl olmak için çıkmamışlardı. Tıpkı ataları İbrahim ve diğerleri gibi...Olayların sonu ne olacaktı kalkışma bastırılabilecek miydi, kimsenin bu konu ile alakalı en ufak bir fikri yoktu. Ne Ömer Halis Demir o silahı ateşlediğinde adının kanıya yazılmış bir destanın ilk hecesi olacağını, ne de Kahraman Kazan'da tarlalarını yakarak uçakları kalkmasına mani olan Bitik mahallesinin halkı gösterdikleri direnişin on yıllarca anılacağını hesap etmişti. İnsanlar kelimenin tam anlamıyla kendilerini can havliyle sokağa atmışlardı. Hiç kimse kucağında arkadaşının can verişine şahit olacağını da hayal etmemişti. Evladının cansız cesedine sarılacağını ise hiç mi hiç düşünmemişlerdi.
Anlaşılan kahramanlıklar hesap kitap işi değildi.
****
O gece yaşananları anlatmaya bir köşe yazısının hacmi yetmez elbette. Kendimce önemli gördüğüm bir kaç noktaya işaret ederek yazımı sonlandırmak istiyorum.
Birlikte yaşadığımız insanlardan Allah'ın yeryüzündeki halifesi olma misyonunu aşırı abartmış bir güruh var, onlardan bahsetmek istiyorum. Bunlar evine ekmek götürürken ölen kimsenin şehid olduğunu ölümüne savunurken, yaşadığı topraklara haince göz dikenlere karşı direnirken ölenlere bırakın şehid demeyi, buna cesaret edeni tekfir nidalarıyla imanından vuracak kadar ''iman ehli'' dirler.
Şehadet kavramının Kur'an-ın toplulmsal inşa projesinde önemli yeri olan bir kavram olduğunu inkar etmek mümkün değil. Ancak bu, hayatını imanına şahid tutmayanların elde edebileceği bir makam da değil. İşte tam burada hayatında şehadete ulaşamamış insanların savaş meydanında bile ölse şehid olamayacağına dair nebevi öğretiyi hatırlatmak gerekir.
Peygambere atfedilen hadislerde geçen denizde boğularak, doğumda, yanarak ,salgın hastalıktan ya da malını beklerken vs ölenin şehid olacağı şeklindeki ifadeleri yukarıdaki evrensel kaideyi unutmadan anlamak gerekli.
Bu noktada toplumumuzda gerçekten çok şaşırtıcı bir algı var. Yanarak ölen birisinin şehid olduğu haberine hiç sorgulamadan inananlar, yaşadığı coğrafyada halkların egemenlik ve ekonomik haklarını gasp etmek isteyenlere karşı mücadele verirken ölenlerin şehid olamayacaklarına inanıyorlar. Bu tarz söylemler sözde dini hassasiyetlerle din polisliğine soyunarak üretiliyor. Ortaya atılan bu -ne zihinsel ne de pratik olarak hiç kimseye faydası olmayan- iddiaların dini görünümü, iddia sahiplerine zihinsel bir tatmin yaşatmaktan öte anlamı olmadığı da çok aşikar.
Tarih boyunca küresel sermaye güçleri, kendi egemenliğini tesis etme bilinciyle hareket eden insan topluluklarının karşılarında ezici bir güç olarak var olmuşlardır. Bu güçler kendi menfaatlerini tesis ederken hiç bir kural tanımadan her türlü kirli tezgahı sergilemekte beis görmemişler, içeriden ve dışarıdan edindikleri piyonları kullanarak sömürü çarklarının bozulmaması için ellerinden geleni yapmışlardır.
İnsanlık onuru ise bu sömürü düzenlerine teslim olmayı kesinlikle reddeder. Ayrıca evine ekmek götürmeyi kutsal kabul edenler ülkesinin zenginliklerini sömürmek isteyenlere karşı gösterilen iradeyi de görmek ve hakkını vermek zorundadırlar.
Bu anlamda Türkiye Cumhuriyeti, tarihin hiç bir döneminde elde edemediği kadar özgüven kazanmış, millet iradesini -hangi yönde olursa olsun- namusu bilmiş ve 15 Temmuz gecesi namusunu korumak için canını siper ederek şanlı bir destan yazmıştır. 80 öncesinin, askerin ayak sesini duyunca evinden çıkamayan insanları, tankların üzerine çıkarak askerin bu milletin evladı olduğunu, asıl görevinin vatanı korumak olduğunu ve Türkiye'de darbelerin artık tedavülden kalktığını dost düşman herkese haykırmış, millete rağmen kalkışılan hiç bir hareketin amacına ulaşamayacağını da tüm dünyaya göstermiştir.
*****
Yıl 2018... Yapılan darbe girişiminin üzerinden çok kısa bir zaman geçmiş olmasına rağmen o gece ve sonraki günlerde meydanlarda olan bazı insanların bile olaya bakış açılarının farklılaştığına üzülerek şahit oluyoruz. Araya giren zaman uzadıkça bu bilinç kaybının artarak çoğalması kaçınılmaz gibi görünüyor. Uğruna can verilmiş bir mücadele bilincinin diri tutulması, verilen bağımsızlık mücadelesinin gerisine dönmemek için çok önemlidir. Halkların verdiği onur mücadelesini nesilden nesile aktarmak ise öncelikle o günleri yaşayanların en önemli görevidir. Büyük mücadeleler heyecan ve bilincinin diri tutulduğu nisbette varlığını korur ve anlamını yitirmezler.
Geçmişini ihya etmeyen geleceğini inşa edemez. Bu nedenle 15 temmuz bilincinin her yıl aynı günlerde yapılan etkinliklerle diri tutulması gerektiğini önemle vurguladıktan sonra... Yapılan anma toplantılarının şehidlerin ruhunu incitmeyecek renkte olmak zorunluluğu da unutulmamalıdır. Eğlenceye dönüşmeyen, bir bilincin diri tutularak nesilden nesile aktarılacağı programlar ''unutursak kalbimiz kurusun'' gibi anlamlı sloganlarla toplum belleğine kazınmalıdır. Geçmişini ihya edemeyen toplumlar geleceklerini inşa edemezler.
Allah bu millete bir daha 15 Temmuz yaşatmasın duasının aminleri, bu anmaların 15 Temmuz ruhuna uygunluğu ölçüsünde göklere yükselecektir. Gelecekte halkın iradesine kastetmeye yeltenecek olanların cesaretini kırmanın yolu, diri tutulması gereken bu bilinçten başkası değildir.