Yazmak istersin bazen...
İçin çok dolmuştur çünkü. Yaşadıkların senin için çok önemlidir, ölümsüz olsun istersin. Öyle garip bir hal alır ki sonra duyguların, başlar başlar bırakırsın. Ne yazdıkların ne de yazamadıkların anlatabilecektir yaşadıklarını çünkü...
Koca bir ömrün neresinden başlayıp neresini sığdıracaksın ki yazdıklarına. Sadırlarda yaşananların sığar yanı var mı ki satırlara?
***
Fırtınalı bir hayatın ortasına düşmüştü. Ülke siyasi bunalımlarda savruluyor,içeriden dışarıdan yaşananlarla zor günler geçiriyordu. Bu şartlarda gözlerini dünyaya açan küçük kız çocuğu anacığının ve babacığının göz aydınlığı olabilecek miydi?
Bu gün dedi anne, bu gün sana bir haberim var. Benim de dedi baba, benim de sana bir haberim var. Önce ben söylemeliyim. Hayır ben söyleyeceğim. Bir bebeğimiz olacak, dedi anne. Beni bugün açığa aldılar dedi, baba...
Hayırlısı olsun dediler bir birlerine gözleriyle sarılarak.
Yaşadıkları hayatın her safhası ayrı bir fırtınaydı. Sahipsiz oldukları kadar güçlenmişlerdi sanki. Kim bilir belki de güçsüzlerin rabbi koruyordu onları. Kimsesizlerin sahibi sahipleri oluyordu kim bilir?
***
Hayatın çemberinden geçmiş ana babasının kucağında gözlerini dünyaya açtığı günden onları kaybedeceği güne kadar kendisi için gözaydınlığı olan ana babası ile ilerleyen yaşlarda, aldığı nefes kadar gurur duyacağını nerden bilebilirdi?
Çok sevdi babası onu...
Bir babanın evladını sevmesinden öte bir şeydi. Sevmeyi bilen güçlü bir yüreğin çevresindeki herkese cömertçe dağıttığı tarifsiz sevgiden o da nasibini almıştı, denilirse anlatılabilirdi belki... Toprağı yarıp çıkan tohumdan gökteki aya yıldıza, şırıl şırıl akan derelerden kekik kokulu dağlara... Herkese, her canlıya ve onları yaratan Allah'a sunulan cömert sevginin bir ışık halesi gibi her yanı sardığı küçük dünyalarında her şey çok başkaydı.
Dağlar bir başkaydı mesela... Zirvelerine sevdalı adımlarla karış karış her taşında anılar bıraktıkları dağlar anlatılabilir miydi?
Baktığı her bir güzele güzelce bakan kocaman bir yürek, kendisi gibi hissedebilecek kocaman yürekler inşa ediyordu.
Çok seviyordu rabbini mesela. O kadar ki üç bin rakımlı dağlarda sevdasını duysun diye adını dağlara haykırışına şahitler bırakıyordu ardında. Her gün başka bir dağın tepesinde sevdasını işliyordu elinden tutup getirdiği yavrusunun yüreğine...
Birlikte toprak kokusunu ciğerlerine çekiyorlardı. Unutma diyordu, bu kokuyu unutma... Topraktan geldik ona döneceğiz, unutma...
Geceleri kıl çadırın önünde yaktıkları ateşin ışığı yüzlerinde gezinirken aya bakıyorlardı. Bak, görüyor musun bu aya senin benim baktığım gibi bakmıştı peygamber, diyordu. Tuvalinde ince dokunuşlarla harikalar yaratan bir ressam gibi dokunuyordu yavrusunun yüreğine bir salavat zerafetiyle.
Kendi kendine öğrenmişti rabbin buyruklarını Arap harfleriyle okumayı. Ama ondan önce sancılı tefekkür gecelerinde rabbin mesajını kendi dilinde defalarca okumuş ve hayatına katılacak en büyük anlamı inşa etmişti. Önce kendi yüreğine, sonra ailesinin, sonra da yakın akrabalarının...
Hatta tam anlamıyla ''kafaları patlatırcasına''...
Yaratan, akrabalarınızla alakayı kesmeyin, diyordu. O diyordu da bu hiç durur muydu? Çocukken kaybettiği akrabalarını aramaya başladı. Sonra buldu onları. Kuş uçmaz kervan geçmez yaylalarda yaşıyorlardı. Her yıl yaz tatilini onların yanında geçirmeye başlamışlardı. O günden sonra öksüz karanlıkları bürünerek ısındığı soğuk gecelerin acısını teyzesine sarılarak çıkarmıştı. Kırmızı şalvarlı ''kötü ğız'' ıyla dağların arasında ne çok dolaşmışlardı. Karşıdan gelirken ta uzaktan görürdü onları seksen yaşındaki teyzesi. Kırmızı şalvarından bildim, der onlara doğru yürürdü. Sözlerini ''yukarı'' dedikleri yaylalarda ezberleyip sonra ''aşşağı'' dedikleri Çukurova'da gelecek seneye kadar tekrarlardı kırmızı şalvarlı kız...
Hasret kaldığı ana kokusunu her yıl yeniden yeniden teyzesinde solumak ne güzel şeydi.
Fasulye tarlasındaydı teyzesi bir defasında. Üzerinde erkek ceketi başında fesiyle kendine özgü bir giyim tarzı vardı. Arkasından bir taş attılar, doğruldu baktı kimse görünmüyordu. Tekrar attılar, bu sefer biraz daha tedirgin baktı etrafına. Daha fazla kaygılanmasın diye ortaya çıkıp tarlanın kenarında akan küçük dereyi aşarak yanına gittiler. Hasretle sarıldı, hınzırın çocuğu diyerek :)
***
Şu ağaca iyi bak diyordu kızına. Seneye geldiğimizde yine soracağım. Ama her yıl aynı şey oluyor o yine unutuyordu.
-Bak şu taa uzakta görünen dağı görüyor musun?
- Hangisini baba?
-Yavrum bak parmağımın ucunu takip et gözlerime bak ikisini birleştirirsen anlarsın.
Her seferinde anlamıyordu. Anlamadığını anladığını belli etmemeye çalıştığını da anlıyordu babasının, ama fark ettirmiyordu...
Bir gün ben ölürsem şu dağın adı neydi, bu yol nereye çıkar san anlatacak kimse kalmaz, iyi öğren diyordu ama olmuyordu, hatırında tutamıyordu bir türlü.
Hafız olacak benim kızım, diyordu. İlkokul sıralarında o portakalı kabuğundan ayırarak her bir tabakada ayrı ayrı anlattığı Allah'ın kelamına aşık bir yürek inşa edişine güveniyordu belki de kim bilir?
O ise daha on bir yaşındayken yayla evinin bahçesindeki ağacın üzerinde kendi kendine ezberleyerek başlamıştı sonradan baba duasının bereketini her safhasında görerek bitireceği işine...
Sünnet Işığında Hayat kitabı ve küçük kuranıyla ''hayatım boyunca yalan söylemeyeceğim'' sözünü de o ağacın tepesinde vermişti kendi kendine. Ya sözümde duramazsam diye sorduğunda babasının gözlerinde o sözü verebilecek bir evlat yetiştirmiş olmanın mutluğunu görmüştü. Gördüğünü bir ömür unutturmasın diye dua ettiği geceleri saymamıştı bile...
Daha çok şey var yazılacak...
Selam ile...