Ne çok ölüm, ne çok zulüm var...
Yazmak hayatın anlamlı bir parçası.
Bir süredir burada yazmaya verdiğim kısa aradan sonra yeniden ''bismillah'' diyerek kaleme yemin eden ''Rabb''in adıyla kalem kağıdın başına geçmişken insanın kaldığı yerden başlamasının ne kadar da zor olduğunu fark ettim.
Hayat, hiçbir zaman kaldığı yerden devam etmiyor. Hayata küçük molalar verdiğimizde bir şeylerin bıraktığımız yerde kaldığına inanıyoruz ancak; görünen o ki alınan her nefes, benliğimizi yeniden başlamak için bir yerlere götürüyor.
Bazen hayatı olduğumuz yerde kıpırdamadan durup seyretmek iyi geliyor. Yeni anlamlar keşfederken yeni anlamalarla daha bir başka bakabiliyoruz hayata.
''Rabbin adıyla okumak'' da bundan başkası değil belki de...
Ölümler gelip geçiyor zamanın içinden... Ecele kurulmuş kum saatlerinin boşaldığı anlara şahit oluyoruz...
Güle oynaya yaşayıp giderken aniden duran saatin son vuruşundaki acı feryadın sarstığı yerde hayatın anlamını görüyoruz...
''Bir rüya olsun'' diye acının dayanılmaz kahrına atılmış çığlıklar duyunca kulaklarımız acının acısına dayanamıyor keşke duymasaydık diyoruz ama nafile...
Böyle olmaz, hayat bu kadar acı olamaz, bir anda koca bir hayat son bulamaz diyerek inleyenlerin acılarına öyle bir şahit oluyoruz ki ; ağzımızdan çıkan teselliye dair her cümle küçüldükçe küçülüyor acının büyüklüğü karşısında.
Yapılacak neler vardı oysa... Bekleyen kimler...
Hayâl tadında hayatlardan günlüklere neler dolacaktı...
Nasıl da durmuştu duvarda asılı duran saat, ansızın?
Son nefes bu kadar mı yakındı?
Güneş ansızın nasıl da kararıyordu?
Hayaller nasıl bu kadar umarsıca kesilirdi en can alıcı yerinden?
Sona son kaldığını fark etmeden hayat ekranında nasıl ''son'' yazabilirdi? Bir haber bir işaret gelmeden...
Nasıl..?
Ölüm hayatın en büyük gerçeği. Gelmek için hazır olmamızı da beklemiyor. Sevdiklerimize doyabilecek kadar zaman da tanımıyor çoğu zaman.
Söyleyenler aramızda nefes almaya devam ettikçe ne söylenenler ne de söylenecek olanlar onu hakkıyla anlatamayacak.
****
Sonra...
Bir Kudüs acısı düştü zamanın orta yerine. Sevdaların en soylusuna vurgun yürekler tek bir yumruk olup yürüdüler meydanlara. Dua olup aktılar şehirlerin ortasından şehirlerin ''Aksa'' sına. Eylemleriyle dirildiler. Tek bir yürek olup dirilmeye ant içtiler şahit olsun diye gökler.
Dünya yeniden haykırdı, ''beşten büyük'' olduğunu.
Olmayan devletlere başkentler var etmeye azmetmişti zalimler. Minicik çocukların duasıyla yerle bir oldular sonra. Batıp gidenlere tapınanların gözleri önünde yerle bir oldu, kurulu düzenler. ''Yere düşen son kahramanın göğe kaldırdığı şehadet parmağı'' İbrahim olmaya azmeden önderlerin sesiyle dirildi...
Şehid şehid dirildi...
Soylu sevdalar bürünen yürekler çiçek çiçek açtı.
Mücadele kaldığı yerden devam edecek, analar yavrularını Kudüs ninnileriyle büyütmeye devam edecekti. Ve bilecekti tüm dünya Mescid-i Aksa'nın uğrunda olunmaya ve ölünmeye değer bir dava olduğunu.
Sonra devam etti hayatlar. Acılara, ölümlere direnerek.
Hayat defterinin yazılan her satırı ''anlam'' a bürünüyordu. Güzel yaşayanlara gelen güzel ölümler, güzel sevenlere güzel yürekler armağan ederek.
Bütün bir ömür bir not defterinden başka bir şey değildi. İçine insan kalabilmek için yürekle verilen mücadeleden düşen satırların yazıldığı...
Güzel şeyler çizmek lazımdı elimize sermaye diye verilmiş olan boş tuvale...
Dahası ; sevmek sevilmek lazımdı...
Hayat filminin her karesine özgür düşler gizlemek...Özgürce sevmek özgürce kanat çırpmak uçsuz bucaksız gökyüzünde.
İncindiğimiz yerden dirilmek lazım. Savrulduğumuz yerden yeniden toparlanmak.
Güzel şeyler söyleyip güzel izler bırakmak sonsuz ufuklara.
Ve hayat uzun bir soluğun sonunda güzel bir nefes almaktan başkası değil.
''La ilahe illallah'' tadında...