Son günlerde bir gurbet havasıdır, sürüp giden yüreğimde. Misafiriz elbette ama bu günlerde sanki daha bir misafir gibi hissediyorum kendimi.
Geldik ve gidiyoruz. Gelip gidenlere bakıyorum. Sonra tuhaf hisler kaplıyor ruhumun derinliklerini.
****
Geçen gün dostlarla birlikte yaptığımız İslam tarihi okumalarında sayfalar arasında tarihin derinliklerinde bilmem hangi dağın başında yaşanmış bir olayın bu kadar detaylı anlatılıyor olmasından esinlenerek şöyle bir durmuş ve hayret etmiştim bir süre.
Medeniyetin henüz kemale ermediği kadim çağlarda yaşamış insanların bıraktıkları izlere tarihin tozlu sayfalarında şahit olmak, bize aktarılan şahsiyetler adına ne kadar güzel bir şeydi. Oysa biz öyle miydik? Ölüp gittiğimizde bizi tanıyanların ömründen daha fazla olmayacaktı hatıralarda yerimiz. Asırlar sonrasına ışık tutan öncü şahsiyetler ve onların bıraktığı kadar anlamlı izlerimiz olamasa da dünyaya ''bir şeyler bırakıp öyle gitmeliyiz '' duygusuna kapıldığımı itiraf etmeliyim.
Hayatın her anını derinlerde yaşayan insanların, duygularının kendisini anlayan bir kaç dostuyla paylaşılıp sonra toprağa karışan bedeniyle beraber yok olup gitmesini düşünmek çok ürkütücü. İnsanların çoğunun duyguları bedenlerinden önce ölürmüş. Bunun yanında duyguları ancak bedeni öldüğünde ölecek olan insanlara da var.
Dünya klasiğine dönüşmüş bir çok dev yapıtın ortak özelliği yaşanmışlıkları duygu derinliğiyle kavrayan usta kalemlerden dökülmüş olmaları değil mi?
Aslında bir çoğumuz duyguları yoğun yaşamak bakımından usta kalem sahiplerine yakın olmamıza rağmen maharetli bir kalemimizin olmaması bu yaşanmışlıkların yeryüzündeki ömrünü azaltıyor.
Dünya klasiklerinden bir çoğunu okumuş birisi olarak çevremde o romanları yazan kalemlerin sahipleri kadar derin dostlarımın olmasını kendi adıma bir şans olarak görüyorum. Hatta bazıları var ki kendileriyle onlarca kitaptan daha derin paylaşımlarımız olduğunu söylesem abartmış olmam.Onlar kendilerini biliyorlar bu dostlarımın dünyaya borçlu olarak gideceklerini düşünüyorum. Hissettiklerimizin insanlığın önemli değerlerinden olduğunu unutmamak lazım. Ve onları sadece yüreğimizin en güzel sayfasına yazıp da orada kilitli bırakıp gitmenin bir sorumluluk olduğunu...
****
Sözün burasında kendimi derin yaşayan insanlardan sayma ukalalığına düşmeyeceğim elbette. Ancak her insan ''El insan'' ise yaşadıkları kendisine özel ve yaratıcının ruhuna attığı imzadır diye düşünürsem de yanılmış olmam sanırım. Kendimize özel olduğunu düşündüğümüz duygu dünyamızı naçiz bedenimizle beraber toprak olmaktan kurtarmanın en azından bir süre daha dünyada izimizin kalmasının bir yolu belki de yazmak...
Bu yüzden seviyorum yazmayı. Çoğu zaman yazamasam da. Yazmadıklarımı ben okuyorum hep. Yazdıklarımı ise siz. Öyleyse bu gün de yazdıklarıma kulak vermek isterseniz buyurun.
****
Bu gün sizlerle bir akşam üstü kendimle konuştuklarımı paylaşmak istiyorum.
Adana'nın münbit topraklarının arasından arabayla geçerken radyodan çalan ezginin akşamın kızıllığına karışan yürek dolusu güzelliğinden ...
****
Ezgi beni ''bir zamanlar var olan biz'' e götürdü. Evet bir zamanlar bir biz vardı ve o biz, umutları çalınmış bir çağın çocuklarıydı. Buna rağmen hiç bir güç umutlarını ellerinden alamaz hayallerini yüreklerinden söküp atamazdı.
Arabanın radyosunda yıllar önce umuda dair atan kalbimin sesini duymuştum sanki. O gün sanki bugün gibiydi.
Biz yürekleri kendi ülkesine sürgün bir nesildik. Bir ''öte''miz vardı ve o hep müjde taşırdı. Yaşadığımız çağda sürgünde gibiydik ama taşımız toprağımız hep ıslanırdı bu sağanaktan. Ve biz bu müjdeli yağmurlarla diriltirdik ruhlarımızı. Şair tam da bunu anlatıyordu ezgide.
'' Ötelerden müjdeler yağarlar sağanak sağanak taşa toprağa''
Sadalar vardı sesimizin en kısıldığı yerlerden dağlarımıza tepelerimize vuran. Bazen dağlarımıza kış çökerdi, fırtınalar kopardı. Ama o sada hep tam da zamanında yetişir diriltirdi kuruyan her bir yanımızı.
Hiç umutsuz olmadık biz. Ezilirdik ama başımız hiç eğilmezdi. Bizi öldürmeye gelenlerin bile bizde dirileceğine dair sonsuz inancımız vardı.
Kükremiş sadaların taşa toprağa vuruşunu ne de güzel anlatıyordu ezgi.
Dalgaların kayalara vururken çıkardığı sesi duyuyor gibi oluyorduk. Ve o kayaları aşındırışını görüyor gibi...
O demlerde umut dediğimiz şey taşa da toprağa da vursa iz bırakacak cinstendi. Bayraklara rüzgar diler gibiydik gücümüze güç katmasını dilerken...
Bahçeler bağlar vardı umudumuzun yürüdüğü son sokağın başında.Bize hiç bir sokak çıkmaz değildi. Bazen bu cadde çıkmaz sokak der gibi dikilirdi önümüze rahmetli Necip Fazıl'ın ruhu. Biz ise o ruhtan kalabalıklara rağmen kollarımızı makas gibi açarak ilerlemeyi öğrenirdik. Umudun çocuklarıydık biz. Önce sevdamız sonra umudumuz çok büyüktü. Bu yüzden hiç bir sokağı çıkmaz sokak olarak görmez hep daha ileri bakardık.
Her sabah uyandığımızda o son sokağı görür gibi uyanır, özler ve bu özlemle selamlar gönderirdik. Güne sevdamızı rüzgarlara verip o sokağın başına göndermeden başlamazdık. Sevdalarımıza sunduğumuz selamları kuşanır öyle başlardık. Bu yüzden günlerimiz ışıl ışıl umutlarla renklenirdi.
Dahası her köşe başında açan güller goncalar gibiydik. Açamasak bile solmayı ar kabul eder, kendimize güç olurduk. Umutsuzluğa yer yoktu dallarımızda, yapraklarımızda.
Sonra bir buket dua dererdik hasretlerimizde büyüttüğümüz rengarenk gül bahçelerinden. Huzuru kucak kucak hayal ederdik önce, sonra da ölü-diri ne varsa her şeye huzur dilerdik kucak kucak. Hasretimizin büyüklüğü kadar da büyüktü dualarımız.
Beklenen bir çağın özlemiydi bizimki. Defalarca çevrilmişti yollarımız hatta kesilmişti. Ama bir sevdamız vardı ki o hiç bitmemişti. Özlemlere sevdalıydık biz. Dönemeçler kavşaklar bazen umudumuza göz dikiyorlardı ama biz hep diri hep öyleydik işte...
Merak edenler için o akşam radyomdan çalan ezginin linki