Vaktiyle güzel insanların yaşadığı küçük bir kasaba vardı. Herkes işinde gücünde mütedeyyin bir hayat yaşardı. Kimse kimsenin işine karışmaz, herkes kendi elindekine kanaat eder, aynı göğün altında barış ve huzur içinde yaşar, birlikte yaşayabilmenin güzel bir örneğini canlı tutardı.
Zaman içinde bir zamanda şeytan boş durmamış, ayak oyunlarıyla bu şehrin sakinlerinden bazılarının kan damarlarında yol bulmaya başlamıştı kendisine. Bu toplumun huzuru ancak din adına hareket eden biri tarafından bozabilirdi.
Az düşündü uz gitti Şeytan. Girebileceği yolları ölçtü biçti. En sonunda bir yol bulabilmişti: Ele geçireceği insanlar… Bu yol özgüven eksikliği ve kibri bir arada barındıran kişilerden başkası olamazdı. Önde gidenler arasında yürüyüşü, konuşması, zarafetiyle herkesi adeta büyüleyen bir zat-ı muhteremin kodlarını çözmek için onu incelemeye aldı. Bu zat, önde olmakla mutlu, hizmete gönüllü, iç dünyasındaki tutarsızlıkları ve kişilik bozukluklarını kendisi bile fark etmeyecek kadar mütedeyyin idi.
Önde ve öncü olmak bir yüktü. Bunu taşımak için fedakarlık yapmak gerekiyordu ve bu zat bunu fazlasıyla yapıyordu. İnsanlara dinlerini öğretiyordu. Kendisi de el yordamıyla öğrenmeye çalışırken… Olsundu. Kervan yolda düzülürdü. Birlikte öğrenip yaşayacaklardı. Bunda hiçbir kötülük yoktu. Allahın dininin buna ihtiyacı olmasa da, bu yapılan hayırda öncülük hareketini kim gayrı meşru addedebilirdi ki?
Yıllar geçti böylece… Herkes halinden memnun,yaşadılar bu küçük kasabada. Etrafındaki insanlar onu seviyor, sayıyor, sözlerini hüccet biliyorlardı. Öyle de olmalıydı. Çünkü en iyi onun kafası çalışıyordu. ☺
Ancak zaman geçti, devir döndü, devran değişti. Bu insanlar kendilerinin de akledebilme yetisinin olduğunu farketmeye başladılar.
Garipti… Bu onu rahatsız etmeye başlamıştı. İçinde garip bir dürtü.. onu durdurmuyordu bir türlü. İçi içini yiyordu. Neden her şey istediği gibi gitmiyordu? Emek vermişti. Bu insanlar neden nankör davranıyordu? Kendi otoritesi neden sarsılıyordu?
Bir karar vermişti. Kendisini “akleden kalbi” olarak görmeyen herkesten beraet edecekti. Kiminden kendisi uzaklaştı, kimini kendisinden uzaklaştırdı. Ancak hepsinin ortak bir kaderi vardı: Hepsinin hakkı "asılmak"tı. Öyle de oldu.
Hiç kimse ipte sallanmadı aslında, ancak o kime “kötü” dediyse o “kötü” oldu.
Onun zarif tavırlarından hiç kimse fitne beklemezdi. Aslında kendisi de bunu fitne olsun için yapmıyordu. Kendinden bile gizlediği egosu ve kibri, onu artık esir almış kukla gibi oynatıyordu.
İnsanların ona olan güveni, en büyük silahıydı. Kötü bildirdi herkese, kötü bildiklerini. Herkes o öyle bildirdi diye değil, öyle inandıkları için cephe aldılar onun kötü dediklerine. Çokları bu kirli tuzağa nasıl düştüğünü anlayamadı. "Bizim aklımız yok mu?" dediler, ona inandılar ve onun kötü bildirdiklerini kötü bildiler. Onun kötü bildirdikleri ya gerçekten kötüydü ya da iyi rolü yapan kötülerdi. İnandılar buna. Büyülendiler… İşler tıkırındaydı. Herkes onun sahte çehresini göremeyecek kadar büyülenmişti.
Günler günleri, yıllar yılları kovaladı böylece. Otoriteye karşı gelen herkes afaroz edildi. Yargısız infaz edildi. Artık o mütedeyyin insan, çevresindekilerin sınırsız ve şuursuz desteğiyle küçük bir firavun olmuştu. İçindeki egosu ve kibri tavan yapmış, kimi istese asabilecek kadar prestij kazanmıştı. O birisi için kötü dediğinde onu kurtaracak hiç bir güç yoktu.
Aile ve yürek bağları beş para etmez olmuştu. Yürekleri etkiliyor aileleri birbirine düşman ediyordu. Kendisi bunu inanarak yapıyordu. İç dünyasındaki kaynayan volkanların, Şeytanın oyunu olduğunu kendisi bile farketmiyordu çoğu zaman. Bir silsile halini almıştı düşmanlıklar… İlk düşmana dost olan yeni düşman olurken ona dost olanlar da bu silsileyi devam ettirmişti.
Günler, yıllar böyle geçerken düşman silsilesine eklenen aklı başında biri işleri alt üst etmişti. Nerden çıkmıştı şimdi bu. Oysa herkes aciz, herkes kaderine razı, arkasını dönüp gidiyordu.Bu bir şirk düzeniydi. Kendisinden başka otorite kabul etmeyen kahramanımız karşısında güçlü bir sese nasıl tahammül etsindi?
Sihirbazların değneklerini atmaları kabilinden hileleri tek tek düzerken karşısına bir asa çıkabileceğini hiç hesaba katmamıştı. Düşmanını vururken, onun dostlarını, hatta evladını ona düşman etme silahını kullandı ilkin...
Bu, düşmanını daha bir bilemişti. Koparılmaması gereken bağlara kasteden bu minik firavun artık haddini bilmeliydi. Onu uyardı. Bu düşmanca entrikalardan vazgeçmez ise, "kaybedecek hiç birşeyi olmayan adam"ı oynamanın ona zor olmadığını haddini bilmesini, bilmez ise bildireceğini söyledi. O ise bu uyarıları bile eski düşmanlarıyla irtibatlandırıp düşmanını dostlarına daha bir düşman gösterme entrikasıyla fesadına devam ediyordu.
Hareketlenmişti şehir… “Ben demedim mi size?” diyerek eski düşmanlarının attığı kuyunun daha dibine iteliyordu. Bu yeni düşman onun için iyi olmuştu.
Onun sayesinde eski düşmanların işi daha kolay hale gelmişti. Güçlü düşmanı kullanarak aciz düşmanların acziyetine acziyet katıyordu.
Ancak güçlü düşman, pes etmeye hiç niyetli değildi. Verdiği süre dolmak üzereydi. Yapacağı atak kendi canından olanlara mal olsa bile yapmalıydı. Bu yılanın başı artık ezilmeliydi.
Bir gece… Verdiği bir kararla ego ve kibrin çepeçevre çevirdiği muhkem kaleye taarruz başlattı. Fakat… O da ne? Kahramanımız "ezilmiş” ve “mağdur" ayaklarına yatıyordu. Topladığı ego ve içselleştirdiği kibirle ördüğü muhkem kalesi elinden alınınca kendi sirkatini gizlemek için şecaat arzediyor, hırsız edebiyatıyla kendini ve kitleleri kandırmaya çalışıyordu.
Şimdi tek ses yükseliyordu onun ego ve kibir sarayından: “Hırsız vaaar!!!”