Dünya edebiyat tarihini düşününce ne çok şey yazılıp çizilmiş, demekten kendini alamıyor insan. İnsanın varlık serüveninin başlamasından hemen sonra konusu insan olan söylencelerin oldukça fazla olduğunu hepimiz biliyoruz. Vahiy kaynaklı dinlerden tutun, masallar destanlar roman ve hikâyeler hepsi ama hepsi insanı anlatan kaynakların zenginliğinin örnekleri olarak tarih sahnesinde yerini almış. Dünya dönmeye devam ettiği sürece de bu örnekler çoğalmaya davam edecek gibi görünüyor. İnsana neden muamma dendiğini de buradan bakınca daha iyi anlayabiliyoruz. İnsan yazılıp söylendikçe artan bir gizin önemli bir parçası. Ruhuyla bedeniyle birçok bilinmezi içinde barındıran insan, tüm zamanlarda hemcinslerinin merak konusu olagelmiş.
Bireysel olarak böyle bir bilinmezlik perdesinin ardındaki insan, toplumsal bir varlık olarak incelendiğinde bilinmezliğin sınırlarını daha da zorlayan bir varlık olarak karşımıza çıkıyor. Yazarlar çizerler bilim insanları antropologlar biyolog ve psikologlar… Hepsi, evet hepsi insan denen gizemli varlığın bilinmezlerini bir ucundan tutup çıkarmak için çalışan gönüllü işçiler gibiler. Sizler de insan olduğunuz sürece karınca kararınca da olsa hayatınızın bir yerinde kendinizi bu işçiliğe katılmak zorunda hissediyorsunuz. Bir dostunuzla muhabbet ederken, eşinize çocuklarınıza torunlarınıza hayata dair her hangi bir tecrübenizi taşırken aslında bahsettiğimiz bu işçiliği icra etmiş olmakla beraber insanlık ailesine bir iz de siz bırakmış oluyorsunuz. Bazen de işçiliğinizi tarihe sabitlemek için yazarken buluyorsunuz kendinizi…
****
Evet dostlar bugün ben de insan diye başlayacağım şahitliğime…
Kendimi de hariçte tutmadan insan denen varlığa olan hayretimi itiraf ederek başlamak istiyorum. İnsan zihinsel gündemi her an değişebilen bir varlık. Buna düşünsel yolculuk demek de mümkün. Bu düşünsel yolculuğunda insanın bir takım değişimler yaşaması kaçınılmaz olabilir. Hatta belki de bu değişim olmalıdır. Buradan hareketle değişim gerçeğinin tekâmül sürecinin olmazsa olmaz bir parçası olduğunu düşünmek mümkün. Beni şaşırtan şey insanın bu süreçte gezindiği aşırı uçlar… Ve insanın kendisi gibi düşünmeyenleri ötekileştirip düşünsel farklılıkları ayrıştırma aracına dönüştürürken hiçbir kural tanımıyor olması…
Bu yazımda kendileriyle aynı dünyayı paylaştığımız çağımız insanının bana çok garip gelen bu kural tanımazlığına dikkatlerinizi çekmek istiyorum.
Öncelikle insanlığın büyük bir aile olduğunu hatırlayalım. Birbirini tamamlayan bir mozaiğin anlamlı birer parçası olan insanın aynı zamanda ayrışmaya da oldukça meyilli olması çok şaşırtıcı. İnsan aynı tarih sahnesinde varlığını devam ettirirken yaşadığı biyolojik çevre de dahil olmak üzere psikolojik hatta sosyolojik olarak ahenk içinde işleyen bir bütünü oluşturması gerekirken hemen her konuda ayrışmayı çok kolay bir şekilde başarabiliyor. Bunu bir dine inanırken yaptığı gibi her hangi bir görüşe sahip olduğunda da yapabiliyor. İnandığı değerleri ya da insanlık adına ulaştığı doğruları bir kavga aracına dönüştürüp dahası onunla kardeş katili bile olabiliyor.
21. Yüzyılın insanının birbiriyle çok kolay etkileşim içine girebildiğini göz önüne alırsak kavgaların neden bu denli şiddetli olduğunu çok daha iyi kavrayabiliriz.
73 Fırka hadisini duymayan yoktur. Hani şu insanlığın bir fırka hariç helak olacağın haber veren hadis. Eskiden dini konularda yapılan hararetli tartışmaların en güçlü argümanı olan bu hadis şimdilerde siyasi, mezhebi, politik hatta son zamanlarda sağlık alanındaki ayrışmalar için bile zihinsel dayanak olarak kullanıldığını şaşırarak gözlemliyoruz. Bu hadisi kullanan ‘’Fırka-i naciye’’ ciler kendi grubundan başka diğer grupları toptan helake göndermekte beis görmezken kendi grubunu cennetin baş köşesine yerleştirmekte de hiçbir beis görmüyor.
Kim bilir belki de Allah Rasulünün ifadesinde kendisini bulan gerçek ‘’diğerlerini ötekileştirmeyen’’ bir fırkanın kurtuluşa ereceği iken bu noktanın kimsenin umurunda olmadığını üzülerek görüyoruz. Zihniyet tam anlamıyla şu: Değil mi ki onlar bizim gibi düşünmüyorlar helaki hak edenler de elbette ki onlar olacak. Çünkü doğru, hayır hayır en doğru biziz! Onlar olayları tahlil edemeyen gizli oyunları fark etmekten aciz bir takım zavallılar! Bizim bildiklerimizi bilseler öyle şeyler düşünebilirler miydi? Tabi ki de hayır!
İşin bir de Asr suresi boyutu var. Hak bizim yanımızda olduğuna göre hakkı ve sabrı tavsiye edenler elbette ki bizden başkası değil. Bilmeyenlere bu ‘’hidayet’’i götürmek de bizim boynumuzun borcu! İşin içine bir de ‘’kafaları patlatırcasına’’ anlatma olayı girince seyreyleyin siz gümbürtüyü. Asr suresini tüm insanlık yanlış ben ve benim gibi düşünenler müstesna, şeklinde algılayabilecek kadar gözü kararan zihniyet maalesef pek de değişmeden her devir için güncellene güncellene varlığını devam ettiriyor.
Buradan bakınca İslam tarihindeki mezhep savaşlarının arkasındaki sosyal-psikolojik faktörleri anlamak hiç de zor görünmüyor. İslam ümmeti olarak maalesef kendi imkanlarımız kadar ayrışmayı ve savaşmayı her dönem başarabilmişiz.(!) Tarih boyunca müslüman olsun ya da olmasın insanın olduğu her yerde sergilenen ideolojik sınıfsal ve ırksal mücadeleleri düşününce bunu sadece İslam ümmetiyle sınırlamak da çok doğru değil gibi görünüyor.
Evet dostlar bu konuyu uzun uzun anlatıp bir çok örnek vermek mümkün. Ancak sözü fazla uzatmadan son günlerde ülkemizde ve dünyada gözlemlediğim, aşı konusundaki farklı düşüncelerden ortaya çıkan ürpertici ayrışmaya değinip muhabbeti burada ve tadında bırakmak istiyorum:
Ürpertici diyorum çünkü hakikaten çevreme baktığımda söylenenler ve yapılanlardan ürperiyorum.
Bu ürpertici durumun nedeni aşının faydalı ya da zararlı olup olmadığı değil elbette. Toplumsal sonuçlarını bir tarafa bırakırsak aşı faydalı olduğunda yaptıranlar kendisi için iyi bir şey yapmış, zararlı olduğunda çok çok kendi beden sağlığını riske atmış oluyor. Beni dehşete düşüren şey ise aşı üzerinden ayrışan toplumun zihinsel sağlığının aldığı darbe ve sonrasındaki artçı depremlerin yaratacağı olağanüstü durumun olası tehlikeleri…
Biri çıkıp aşının küresel bir takım güçlerin oyunu olduğunu söylerken bir diğeri salgınlarda aşılanarak bağışıklık sürecine girmekten başka yol olmadığını söylüyor. Bu meselede söz hakkı olmayan büyük bir kitle ise bilim insanlarının ilgilenmesi gereken bir konu üzerinden polemiğe girerken öyle bir üslup kullanıyor ki konuşanın sıradan bir insan olduğuna inanmakta zorlanıyorsunuz. Yılarca bu işin eğitimini almış bir uzman edasıyla öyle çarpıtmalar yapılıyor ki tabir yerindeyse ağzınız açık kalıyor. Hayatının bundan önceki kısmında infulanza entübe vs gibi terimleri belki de hiç duymamış olan bir çoğumuz bir anda adeta işinin ehli bir uzmana dönüşüyoruz.
****
Yaşadığımız çağda istediğiniz gibi konuşup çıkarımlarda bulunabileceğiniz iki konu vardır ki onlar din ve sağlıktır. Bu konuda konuşmak için bir yetkinlik belgesine falan ihtiyacınız da yoktur. İstediğiniz her an her yerde bu iki konuda da ahkam kesebilirsiniz. Endişe etmeyin bunu yaparken belli oranda dinleyici kitleniz mutlaka olacaktır. Uzmanlığınız olmayan bir konuda ahkam kesmenin faturasını tek başınıza da ödemezsiniz. Siz ve onlar hep birlikte bu çarpıtmaların bedelini ödeyeceksiniz. Haddini bilmek mi? Hak getire!
Hadi işi uzmanına bırakmadık diyelim, bilmediğimiz şeyleri biliyor gibi konuşalım. Üstüne bir de bunları gerçekten doğru anladığımızı varsayalım. Bu doğru anlayışın bize ayrışma özgürlüğü verip vermediğini düşünmek gerekmez mi ? Bana sorarsanız konu ne olursa olsun sergilediğimiz ayrışma davranışının bir hesabı var ve sanırım biz bu hesabı pek kolay veremeyeceğiz. Başımızı ellerimizin arasına alıp düşünmenin vakti geldi de geçiyor bile. Hiç birimizin doğrusunun gerçek doğru olduğunun bir delili yok. Vahiyden başka mutlak hakikatin varlığını kabul etmek hakikatin işleyiş sistemine ters düşen ve ayrışmanın korkunç sonuçlarını da beraberinde getiren endişe verici bir tutum… Kaldı ki vahye dayalı doğruların bile tavsiyeden öte toplumsal dayatma aracı olmaması gerektiğini ‘’dinde zorlama yoktur’’ ilkesinden çıkarmak mümkün iken bu gidiş nereye?
Doğru bildiğimiz yolda istediğimiz gibi ilerleme özgürlüğümüz varken bir başkasının düşüncelerini adeta bir savaş malzemesi gibi görerek ayrışmanın fitilini ateşlemek, parçası olduğumuz büyük resme verdiğimiz en büyük zarar olsa gerek. Tarih, akıp giderken kimin doğru kimin yanlış olduğundan çok doğru davrananları kaydedecek. Ve bir gün hesap günü geldiğinde belki de doğru bildiğimiz yanlışların mazereti kabul edilecek ama yanlış davranışlarımızın mazeretini bulmak da kabul ettirmek de mümkün olmayacak.
Selam ve dua ile.