Nasıl Yenildik?
Sizin de kafanıza takıldı mı bilmiyorum?
Asırlar boyu Batı Emperyalizmi tarafından sömürülmüş, kanına ekmek doğranmış ve kanı kurutulmuş olan İslam dünyası ve zavallı Müslümanlar düşmanları karşısında niçin bu kadar zayıf ve güçsüzdür?
Bütün ezilmişliğine, dışlanmışlığına ve hırpalanmışlığına rağmen, her daim katliama uğrayan taraf olduğu halde, nasıl oluyor da Müslümanlar terörist, barbar cani olarak gösterilebiliyor?
Nasıl oluyor da bu derece mazlumken zalim görünüyoruz?
Nasıl oluyor da her gün Afganistan’da, Pakistan’da, Filistin’de Irak’ta yüzlerce kardeşimiz kör bombalara kurban gittiği halde cani olan biz oluyoruz?
İslami terörizm lafı nasıl ağızlarda sakız olabiliyor.
İliklerimize kadar sömürüldüğümüz halde biz niye zalim oluyoruz?
Niçin Böyle Oluyor?
Dünyada hakikatin iki merkezi vardır.
Birinci merkezin ekseni HAK, ikinci merkezin ekseni ise GÜÇ’tür.
Tarih bu ikisinin bilek güreşinden ibarettir.
Hakkı savunanlar haddi aşamadığı için hasmına bile adil olmak zorundadır. Onları bir kavme olan düşmanlığı adaletten ayıramaz.
Hayatlarında öncelik verdikleri konu insanlık, eşitlik, hürriyet ve adalettir.
Sömürmeyi bilmezler. Çünkü haramdan korkarlar. Kimsenin elindekinde avucundakinde gözleri olamaz. Büyük hesap gününün korkusuyla yaşarlar.
Dünya hayatı onlar için emanettir. Atılan her adım öte tarafta bulacağı karşılığa göre şekillenir.
İnsanları ezmek, ülkeleri zapt etmek için ağır silahlara, dev ordulara ihtiyaç duymazlar.
Hayatlarının merkezinde barış vardır. Çünkü İslam, Arapça se –le-me kökünden gelir. Yani selamet, esenlik, barış demektir.
Çok güçlü oldukları ve HAK namına fetihlerde bulundukları zamanlar olmuştur. O zamanlarda bile aldıkları yerlere aldıklarından daha çoğunu vermişlerdir. İslam fetihlerinin gerçekleştiği yerlere bakın hep mamur edilmiştir. Yolu, köprüsü, çeşmesi, külliyesi her şeyi yapılmıştır.
Hakka değil de güce tapanlar için tek bir amaç vardır. Ellerindeki gücü kullanarak büyümek, güçlenmek ve o gücü kullanarak yeniden insanları sömürmek.
Güce tapanlar için başkasının hayatının kıymeti yoktur. Malını ve canını koruyacak gücü olmayanın elinden bunları almak da caizdir. Çünkü paylaşımı belirleyen kuralın adı güçtür. Güç varsa hak da vardır.
Kimin haklı olduğunu tarafların gücü belirler.
Tarihe bu gözle baktığınız zaman temelde iki taraf görürüsünüz.
Taraflardan biri materyalist, emperyalist, hedonist, egoist Batı Medeniyeti.
Diğeri insanı yücelten, barışı isteyen, adaleti hakim kılmaya çalışan, eşit paylaşmaktan yana, kul hakkından korkan, kısaca hakkı üstün tutan İslam Medeniyeti.
Medeniyetler kavgasında Asr-ı Saadetten başlayarak (Miladi Yedinci yüzyıl), Osmanlı Devleti’nin ilk toprak kaybettiği Karlofça antlaşmasına kadar (1699) İslam medeniyetinin hakimiyetinden söz edebiliriz.
Bu dönem Batının doğuya hayranlıkla baktığı, onun zenginlerini ele geçirebilmek için coğrafi keşifler peşinde koştuğu, haçlı seferlerine çıktığı dönemlerdi.
Bireysel hataları saymazsak hakkı üstün tutan bir anlayış hakimdi.
Bu anlayış bir yandan İspanya’yı, öbür yandan da Macaristan’ı alarak Avrupa’yı kıskacına almış ve Homo Economicus insan tipini kımıldayamaz hale getirmişti.
Sömürgeci felsefenin tipik insan tipine denirdi Ekonomik İnsan diye.
Bunların her şeyi madde ile kaimdi. Parası olan adamdı. Herkes parası kadar konuşurdu.
Sonra bu sömürgeci insan tipi eski Roma dönemindeki muhteşem günlerini hatırladı.
Zayıfların güçlüler tarafından aslanların ağzına atıldığı dönemleri.
Roma’yı güçlü kılan sebeplerin peşine düştüler ve çabanın adı Rönesans oldu..
Sonra topluma karabasan gibi çöken Kilise’yi toplum hayatından çıkardılar bunun adına da Reform dediler.
Onları güçlü kılacak sihirli formülleri keşfettiler. Akıl, bilim, faydacılık, sekülerizm (Dünyevileşme), laisizm vs. vs.
Birçokları saf bir şekilde zanneder ki bu çabalar insanlık içindir.
Halbuki elde edilmek istenen şey Güc’ü egemen kılmaktır. Bunlar da onun vasıtasıdır.
Bu kavramlardan en çok bilim işlerine yaradı. Onun sayesinde yeni teknikler yeni silahlar buydular.
GÜÇ elde edildikten sonra hesaplaşma başladı.
Hakkı üstün tutup hakka sımsıkı bağlananlar, aldanıp gevşemeye başlayınca bu ezici güç karşısında yalpalamaya başladılar.
Mevziler teker teker düştü.
Emperyalistler bir yandan bakir İslam memleketlerine açılıp onları birer birer sömürge haline getirirken…
Öbür yandan İslam medeniyetinin mümessili sayılan Osmanlı Devleti ile de tarihi hesaplaşmayı başlattılar.
Osmanlılar gittikçe zayıflayıp aç kurtların pençesine düşerken, diğer İslam memleketlerini himaye edemez oldu. Zira kendi başının derdine düştü.
Mazlum milletleri güç kullanarak ezdiler sömürdüler fakirleştirdiler ayrıştırdılar ve helak ettiler.
Bilim kozunu kullanıp onların dilini tarihini coğrafyasını, geleneklerini öğrenip onlara da öğrettiler.
Kendini onlardan öğrenenler için kölelik kaçınılmazdı. Çünkü sizi ve sahip olduğunuz değerleri onlar tanımlıyordu.
Tüpteki materyal gibiydiler.
Mesela yıllar hatta asırlar boyu kendi tarihini anlamaktan araştırmaktan mahrum Türk milletinin tarihlerini yazıp ellerine tutuşturdular.
Tarihimizden yüzümüz kızardı. Çünkü göçebe, yağmacı, çapulcu, toplayıcılık ve avcılıkla geçinen ilkel topluluklardık.
Her millete bunu yaptılar. Onların üstün ve efendi olduğunu kabullenmek için önce bizim geri ve ilkel olduğumuzu anlamamız gerekiyordu.
Bunu anladık ve biz de çağdaş olmaya karar verdik.
Uğradığımız İzmihlal I. Dünya Savaşı’nda zirve yaptı. Her şeyimizi kaybettik.
Kurbanlık koyun gibi düşmanımızın eline düştük. Mondros Ateşkes Antlaşmasında öyle perişan idik ki adeta bıçağı ellerine verip “nerden istersen kes” teslimiyeti gösterdik.
İslam dünyasını yeni sömürge esaslarına göre yeniden şekillendirdiler.
Osmanlı topraklarını paramparça ettiler onun mirasından yirmi otuz tane yeni devlet çıkarttılar.
İrili ufaklı kartondan devletlerin arasına ihtilaflar serpiştirdiler.
Başlarına kendilerinden olmayan yöneticiler getirdiler.
Daima çoğunluğu azınlığa mahkûm ettiler. Irakta Sünni az şii çok mu? Yönetim Sünni. Suriye’de Sünni çok şii az mı yönetim şii.
Sınırları olmadık yerlerden çektiler. Tıpkı Türk dünyası ile aramıza sokulan Ermenistan gibi.
Bir de onları aşağılık kompleksine sürükleyecek argümanlar buldular.
Sömürgeciler ilerici, çağdaş asri, modern insanlardı.
Üstün değerlere sahiptiler. Biz de geri, ilkel, basit insanlardık.
Efendi efendiliğini köle de haddini bilmeliydi.
Bu kartondan devletler bazen oldu ki güçlendiler diyelim.
Bu ahmakları kafa kafaya getirip birbirine kırdırmak işten bile değil. Ne yaparsanız?. İran bayrağına boyanmış uçaklarla Irak’ı gider bombalarsınız savaş delisi Saddam hemen İran’a savaş açar ve sekiz yıl birbirinizi yer tüketirsiniz. Irak ve Kuveyt savaşı da öyle.
İran’a atsın diye Saddam’a silah verir elinden petrol alırsınız. Sonra da savaş bittiğinde Saddam’dan silahları geri toplamak için Irak’a saldırısınız.
Akıl ve bilim olunca formül kolay bulunuyor.
Binlerce üniversite ve düşünce kuruluşunda sömürmek istediğinizi topraklarla ilgili bilgi veri toparlarsınız.
Bu bilgiler dış işleri bakanlığının alt komisyonlarında rafine edilir ve Pentagon’a gelir. İşler burada pişirilir.
Kimin neresi zayıf, kim nerede güçlü bilirsiniz.
Diyelim ki gözünüze büyük görünen mısır, Libya, Suriye gibi devletleri üç beş parçaya bölmek istiyorsunuz.
Bunun için dünya kadar riske girip savaş açmaya ne hacet. Zaten nerede hangi aşiret var, hangi mezhep kime düşman bunları çok iyi biliyorsunuz. Aralarına birkaç ajan yerleştirin onları birbirine girdirin, Adına Arap baharı falan deyin altını üstüne getirin.
Ortalık karışsın. Tarafların safları belli olsun ona göre buraları böleriz. Mısır’ı Arap, Kıpti diye ikiye, Libya’yı aşiretler bazında üçe bölersiniz.
Artık bunların esamesi okunmaz olur.
Bop dediler. Iraktan girip Afganistan’dan çıktılar. Olmadı.
Bölgeyi etnik ve dini temelde ayrıştırıp birbirine kırdırmak sonra da bölgeye yeniden biçim vermek daha pratik göründü.
Şimdi bu süreci yaşıyoruz.