Nûrüddîn Abdurrahmân b. Nizâmiddîn Ahmed b. Muhammed el-Câmî (ö. 898/1492)
Nakşibendî tarikatına mensup İranlı âlim ve şair.
AİLESİ
23 Şâban 817’de (7 Kasım 1414) Horasan’ın Câm şehrinin Harcird kasabasında doğdu. Daha çok Molla Câmî unvanıyla tanınır.
İsfahan’dan Horasan’a göç eden dedesi Şemseddin Muhammed, burada İmam Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî (ö. 189/805) neslinden gelen birinin kızıyla evlenmiş, bu evlilikten babası Nizâmeddin Ahmed dünyaya gelmiştir.
Sa‘deddîn-i Kâşgarî’nin büyük oğlu Hâce Kelân’ın iki kızından biriyle kendisi, diğeriyle de Reşeḥât’ın müellifi Fahreddin Safî evlenmiştir.
İLİM TAHSİLİ
Câmî ilk tahsiline babasının yanında başladı. Babası Herat’a gidip Nizâmiye Medresesi’ne müderris olunca (823/1420) öğrenimini orada sürdürdü. Devrinin meşhur âlimlerinden Mevlânâ Cüneyd-i Usûlî’den Arap dili ve edebiyatının temel eserlerini okudu. Ardından Seyyid Şerîf el-Cürcânî’nin öğrencisi Ali es-Semerkandî ile Teftâzânî’nin öğrencisi Şehâbeddin Muhammed el-Câcermî gibi ünlü bilginlerin derslerine devam etti. Daha sonra Uluğ Bey zamanında büyük bir ilim merkezi haline gelen Semerkant’a giderek orada dokuz yıl kaldı. Uluğ Bey Medresesi’nde Bursalı Kadızâde-i Rûmî’den (ö. 841/1437) riyâziyyât dersleri aldı. Bu arada Mevlânâ Fethullah-ı Tebrîzî’nin derslerinden de faydalandı. Keskin zekâsı, yeteneği, ilmî meseleleri anlatma gücü ve görüşünü çok açık olarak ortaya koyabilme kabiliyeti sayesinde herkesin hayranlığını kazandı. Kâşifî Reşeḥât’ta Câmî’nin tahsiliyle ilgili hayret verici hâtıralar nakleder. Ünlü astronomi ve matematik âlimi Ali Kuşçu Herat’a gittiğinde Câmî’ye astronomiyle ilgili zor sorular sormuş, cevabını hemen alınca hayranlığını gizleyememiş, onunla riyâzî meseleler üzerinde çalışmalar yapmış ve kendisini takdir etmişti.
Gençlik yıllarından hayatının sonuna kadar daima öğrenmek ve öğretmekten zevk alan Câmî, bu asil meşgaleden bir an bile geri kalmamıştır. Onun, vefatından birkaç ay önce oğlu için hazırladığı el-Fevâʾidü’ż-Żiyâʾiyye adlı Arapça gramer kitabı bunun bir delilidir. Bir rubâîsinde (Dîvân-ı Kâmil-i Câmî, s. 815) dünyada kitaptan daha güzel arkadaş ve dert ortağı bulunmadığını ifade etmektedir.
Meşhûr müfessirlerimizden İsmail Hakkı Bursevi: «Mü’mine gerektir ki evlâdını dört yaşını bitirdikte mektebe vere ve gayri vechiyle (aksi takdirde) hoca tayin eyleye» der. Molla Câmi’nin oğlu dört yaşında iken ona hitâben Pendnâme yazması onun da terbiye ve tâlimi erken yaşlarda ele alma kanaatinde olduğuna bir delil olabilir, der.
Muhtasar nahiv kitaplarının en meşhur Kafiye'dir. Kafiye’ye yazılan şerhlerin, tespit edilebilenlerinin sayısı yetmişbir’dir. [1]
Türkler arasında en meşhur Kâfiye şerhi, Nureddin Abdurrahman b. Ahmed el- Câmî’nin, Molla Câmî adıyla meşhur olan el-Fevâidu’ddıyaiyye adındaki şerhidir.
Molla Camii Rahmetullahi Aleyh'in en meşhur eseri asrımızda dahi istifade ettiğimiz Nefehatü’l Üns, isimli tasavvuf kitabıdır.
Muhterem Üstazım Mahmud Efendi Hazretleri Molla Caminin eseri Nefehatü'l Üns'ü, kardeşi Fahreddin Safî'nin yazdığı
Reşeḥât’ı imam-ı Rabbani'nin Mektubat'ını, İsmet Garibullah Hazretlerinin yazdığı Risale-i Kutsiyye kitaplarını okumayı ve okutmayı önemle tavsiye ederdi biz cemeatine.
TASAVVUFİ YÖNÜ
Genç yaşta döneminin bütün ilimlerine vâkıf olmasına rağmen bu ilimler Câmî’yi tatmin etmedi. Semerkant dönüşünde Nakşibendî şeyhlerinden Sa‘deddîn-i Kâşgarî’ye intisap etti. Onun vefatından sonra (860/1456) halefi Hâce Ubeydullah Ahrâr’a bağlandı. Ubeydullah Kaddesellahü sirruhu ile birkaç defa görüştü. Ayrıca mektuplaşmak suretiyle kendisiyle devamlı temasta bulundu. Manzum ve mensur eserlerinin çeşitli yerlerinde onu her fırsatta öven Câmî ölümünde de (895/1490) uzunca bir mersiye kaleme aldı.
Molla Câmî (Kaddesellahü sirruhu)'nun anlattığına göre, şeyhi Ubeydullah Ahrâr’a(Kaddesellahü sirruhu) Fütûḥât’tan bir yeri göstererek anlayamadığını dile getirir, Bunun üzerine Ubeydullah (Kaddesellahü sirruhu) ona kitabı kapatarak kendisini dinlemesini söyler. Konuşması bitince aynı yeri bir daha okumasını ister bundan sonra metnin manası kendisine açılır.
EHLİ BEYT VE SAHABE SEVGİSİ
Câmî 877’de (1472) hacca gitmek için Herat’tan ayrıldı. Bu yolculuk sırasında Bağdat’ta iken bazı Şiîler Silsiletü’ẕ-ẕeheb mesnevisinin Ehl-i beyt sevgisiyle ilgili bölümünü tahrif ederek Câmî’nin aleyhinde kullanmak istedilerse de Câmî Ehl-i beyt’i sevmenin Kur’an’ın emri olduğunu söyledi ve Silsiletü’ẕ-ẕeheb’in (bk. Heft Evreng, s. 141-153) Ehl-i beyt’le ilgili bölümlerini okuyarak muarızlarını susturdu, orada bulunan âlimlerin takdirini kazandı.
Molla Câmî Rahmetullahi Aleyh ne güzel buyurur:
یا رسول الله چه باشد چون سگ اصحاب کهف
دخل جنت شوم در زمرۀ اصحاب تو
او رود در جنت من در جهنم کی رواست
او سگ اصحاب کهف من سگ اصحاب تو
Yâ Resûlallah! Çi bâşed çün seg-i Ashab-ı Kehf?
Dahil-i cennet şevem der zümre-i ashab-ı tû,
O reved der cennet, men der cehennem key revast?
O seg-i Ashab-ı Kehf, men seg-i ashab-ı tû…
(Yâ Resûlallah ﷺ, duydum ki Eshâb-ı Kehf'in köpeği cennete girecekmiş!
O cennete girerken benim Cehenneme girmem Revâmıdır!
O Eshâb-ı Kehf'in Köpeğiyse
Bende senin eshâbının köpeğiyim, Ya Resûlullah ﷺ )
DEVLET ADAMLARI İLE İLİŞKİSİ
Öğrenim hayatı Mirza Şâhruh’un saltanat döneminde (1404-1446) geçen Câmî’nin Timurlu sarayı ile temas kurması Mirza Ebü’l-Kāsım Bâbür devrine (1448-1457) rastlar. Bâbür’e muamma ile ilgili bir eserini ithaf eden Câmî, daha sonra Sultan Ebû Said döneminde (1451-1468) ilk divanını tertip edip bazı tasavvufî risâleler kaleme aldı. Onun sanat hayatının, ilmî ve mânevî otoritesinin zirvede olduğu yıllar Hüseyin Baykara dönemidir (1470-1505). Bütün sultanların ve saray ileri gelenlerinin kendisine sonsuz hürmeti olmasına rağmen hiçbir zaman hükümdarlara hoş görünmeye çalışmamıştır. Câmî, ilim ve sanat hâmisi Hüseyin Baykara gibi hükümdarları övmekle birlikte asla aşırılığa kaçmamış, methettiği kişileri hayra teşvik edici ve eğitici bir üslûp kullanmıştır. Sultan Hüseyin Baykara da kendi devrinin âlim ve şairlerini anlattığı risâlesinde Câmî’den büyük bir övgüyle bahseder.
Molla Câmî tasavvuf ve irfanın zor meselelerini bir âlime yaraşır tarzda sade bir anlatımla açıklamış bu mesleği en yüksek seviyede temsil etmiştir.
Molla Câmî sadece Mâverâünnehir ve Horasan’da tanınmakla kalmamış, Hindistan’dan Balkanlar’a kadar uzanan geniş bir alanda sultanların, âlimlerin ve şairlerin taktirini kazanmıştır. Fâtih Sultan Mehmed, Molla Câmî’yi hacdan dönerken İstanbul’a davet etmek için Hoca Atâullah Kirmânî’yi 5000 altın hediye ile Halep’e gönderdiyse de Kirmânî varmadan az önce Câmî oradan ayrılmış olduğundan bu davet gerçekleşmemiştir.
Fâtih sultan Mehmet ikinci defa yine değerli hediyelerle Câmî’ye bir elçi gönderip ondan kelâmcılar, felsefeciler ve mutasavvıfların görüşlerini mukayese eden bir eser yazmasını istemiş, bunun üzerine Câmî ed-Dürretü’l-fâḫire adlı eserini kaleme almış, ancak eser kendisine sunulmak üzere gönderildiğinde Fâtih vefat etmişti.
Hâce Ubeydullah Ahrâr’ı anlattığı bölümün sonunda, “Hâcegân tarikatına mensup büyük şahsiyetlerin, bilhassa Bahâeddin Nakşibend ve arkadaşlarının söz ve davranışları ile tarikattaki metotları incelendiğinde bunların Ehl-i sünnet mezhebi akîdesine tamamıyla bağlı oldukları, şeriat ve sünnete uygun bir yol tuttukları açıkça anlaşılmaktadır” (Nefeḥât, s. 413) diyerek bu konuda kendi görüşünü de ortaya koymuştur. Tasavvufun filozof ve kelâmcıların mesleklerinden daha üstün olduğunu söyleyen (Heft Evreng, s. 470-471) Câmî’ye göre insanı ebedî saadete ulaştıracak şey ancak gerçek aşktır. Varlık âlemindeki bütün oluş ve tezahürlerde cilveleşen “aşk sultanı”dır. Seven de sevilen de her mertebede Hakk’ın kendisidir. Mutlak aşk bütün mazharlardan parlamakta, her idrak ve şuurda belirmekte ve kâinattaki her bir varlıkta Allah’ın birliğinin delilleri müşahede edilmektedir.
VEFATI
Hac dönüşünde Tebriz’e gitti. Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan’ın Tebriz’de kalmasını istemesine rağmen oradan ayrıldı. 18 Şâban 878 (8 Ocak 1474) tarihinde Herat’a döndü. Burada Sultan Hüseyin Baykara’nın kendisi için yaptırdığı medresede Arap dili ve edebiyatı, hadis ve tefsir dersleri okuttu. 18 Muharrem 898 (9 Kasım 1492) cuma günü Herat’ta vefat etti. Cenazesi, başta Hüseyin Baykara ve Ali Şîr Nevâî olmak üzere devrin bütün ileri gelenlerinin iştirakiyle kaldırıldı, şeyhi Sa‘deddîn-i Kâşgarî’nin kabrinin yanına defnedildi.
Müridlerinin en meşhuru olan Abdülgafûr-i Lârî, mürşidinin Nefeḥât’ına yazdığı hâşiyeye Tekmile-i Nefeḥâtü’l-üns adını vermiştir. Bu eser Câmî’nin hayatı ve şahsiyeti hakkında önemli bir kaynaktır.
Yeni hocalık devrelerimdi Molla Camii Rahmetullahi aleyh'in ismi geçen ünlü Nefeḥâtü’l-üns eserinin az sayıda ihvan hocalarımızdan birinde bulunduğu haberini almıştık ah ne gayret etmiştik temin edebilmek için. Şimdi elhamdülillah hem osmanlıca ve hem de türkçe olarak kitaba sahip olmak mümkün. Tavsiye ederim temin edin. Biz yakın zamanda hanımlara mahsus discortt3 4. devre Sima' İslami ilimler derslerimizde bir kaç bölüm okuduk. Şimdiki 5. devremizde Reşahat-ı Şerif okumaktayız.
REŞEHÂT AYNÜ'L HAYAT
(Hayat Gözesinden Sızıntılar)
Fahreddin Ali Safî’nin (ö. 939/1532) Nakşibendî şeyhlerinin biyografisine dair Farsça eseri.
Tam adı Reşeḥât-ı ʿAynü’l-ḥayât’tır.
Kitabın müellifi Alî bin Hüseyin’dir. Hüseyin Vâiz-i Kâşifî hazretlerinin oğludur. Fahreddin ve Sâfî isimleri ile meşhûrdur. 867 (m.1462) senesinde dünyaya gelmiş, 939 (m.1533) de Herat’ta vefât etmiştir.
Müellif eserin mukaddimesinde, 889 (1484) ve 893 (1488) yıllarında şeyhi Ubeydullah Ahrâr’ın sohbetlerine katılarak duyduklarını not ettiğini, 909’da (1503) bu bilgileri Nakşibendiyye’ye mensup diğer şeyhlerden duyduğu ve güvenilir eserlerden derlediği bilgilerle beraber kitap haline getirdiğini, asıl amacının Ubeydullah Ahrâr’ın hayatını ve menkıbelerini anlatmak olduğunu ifade eder.
Kendi ifadesi ile, iki defa Hâce Ubeydullah Ahrâr hazretlerinin sohbeti ile şereflenmiş, toplam bir sene onların sohbetlerinde bulunarak, kesb-i kemâlât ve fuyuzât eylemiştir.
Kitabın müellifi Ali b. Hüseyin es-Safî, bu kitabı ayrı düştüğü mürşidi Hâce Ubeydullah Taşkendî’nin (k.s) sohbetinin hasretiyle ve teselli bulmak için yazdığını anlatır.
Yüreğine ayrılık karanlığının çöktüğü demlerde, evliyaullahın hayat hikâyelerini ve menkıbelerini, onların hal ve makamlarını yâd edip yazarak kalbinin genişlediğini, rahatladığını söyler.
Mukaddimeden sonra bir makale, üç bölüm (maksad) ve bir hâtime şeklinde düzenlenen eserin yarıdan fazlasını oluşturan makale kısmında Yûsuf el-Hemedânî’den itibaren doksanın üzerinde Nakşibendiyye ricâlinin hayat hikâyeleri ve görüşlerine yer verilmiş, Abdülhâliḳ-ı Gucdüvânî’ye ayrılan sayfalarda Nakşibendiyye’nin on bir temel prensibi de açıklanmıştır. Birinci bölüm Ubeydullah Ahrâr’ın soyu ve yakınlarıyla birlikte hayatını, ikinci bölüm hikmetli sözlerini, üçüncü bölüm kerametlerini ve bu kerametleri nakleden çocuklarıyla önde gelen müridlerinin isimlerini ihtiva etmektedir. Hâtimede Ubeydullah Ahrâr’ın vefatı anlatılmıştır. Eserde önemli görüşlerin aktarıldığı bölümler “reşha” başlığıyla diğerlerinden ayrılmış, yer yer bazı tasavvufî terimler “kâşife” başlığı altında ele alınmıştır.
Müellif eserinde, görüştüğü ve sohbetlerine katıldığı kimselerden bizzat dinlediklerini kaydetmekle birlikte Muhammed Pârsâ’nın Maḳāmât-ı Ḫâce ʿAlâʾüddîn ʿAṭṭâr’ı, Ebü’l-Kāsım Muhammed Buhârî’nin Risâle-i Bahâʾiyye’si, Mevlânâ Şehâbeddin’in Maḳāmât-ı Emîr Külâl’i, Muhammed Kādî Semerkandî’nin Silsiletü’l-ʿârifîn ve teẕkiretü’ṣ-ṣıddîḳīn’i, Mîr Abdülevvel’in Mesmûʿât’ı, Abdurrahman-ı Câmî’nin Nefeḥâtü’l-üns’ü gibi kaynaklardan da yararlanmıştır. Bu bakımdan eser, XVI. yüzyıl öncesi Nakşibendî tarih ve kültürünü yansıtan en güvenilir kaynaklardan biri durumundadır.
REŞEHAT VE NEFEHAT HAKKINDA NE BUYURDULAR?
Muhterem Üstazım Mahmud Efendi Hazretleri buyurur:
Allah’u Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri’nin dostları bizden evvel dünyaya geldiler, çalıştılar, çabaladılar, hakikate erdiler, dünyaya niçin geldiklerini anladılar ve vazifelerini yerine getirdiler. Bizim gibi aciz evlatlarını âmâ ve sağır bırakmamak için eserler yazdılar.
Bu eserlerin başında Mektûbât gelmektedir. Risale-i Kudsiyye, Risale-i Halidiyye, Reşahât-ı Şerife, Nefahatü’l-Üns de o eserlerdendir. Bu eserlerde ne görüyorsak onu yapalım.
بُو دَرْيَادَه دُوشُوبْ حَقَّهْ كِيدَه لِمْ
جَمَالِ بَا كَمَالَه سَيْر اِيدَه لِمْ
Bu deryada düşüp Hakk’a gidelim,
Cemâl-i bâ kemâle seyr idelim.
“Bu deryada düşüp Hakk’a gidelim. Kemalin ta kendisi olan Mevlâ’nın Cemali’ne seyredelim.”
Bu derya Risâle-i Kudsiyye deryasıdır. Cenâb-ı Hak cümlemizi bu Risâle-i Kudsiye’den, Mektubat, Halidiye, Reşahat ve Nefehatü'l Üns gibi tasavvufla alâkalı olan kitaplardan müstefid eylesin. Âmîn!..!
(Seyyid Abdülhakîm Arvâsî kuddise sırruh),
Resahât kitabını okumanın büyük bir seâdet olduğunu okuyanın çok talihli kullardan olduğunu bildirerek:
“Resahât okumak insanın ihlâsını artırır” buyurmustur.
Kübra Ülkü
kubraulku.com