BİZLERE HEP SUSMAK KALDI...
Son dönemde ülkemizde meydana gelen gelişmeleri sabırla takip ediyorum. Olaylar karşısında verilen tepkiler, suskunluklar, haklının mahkûm edildiği, haksızın baş tacı edildiği, suçlunun aklandığı, masumun cezalandırıldığı bir akıntıya kapıldık gidiyoruz.
Öyle bir hâl aldık ki, artık kendimizi savunmayı bırakın, suçluyu övmeye kadar ilerletmişiz işi de haberimiz yok. Bu neden yapıyoruz, nasıl yapıyoruz, yaptıktan sonra içimizdeki pişmanlığı neden bu kadar yoğun hissediyoruz hiç düşündünüz mü? Gerek küresel ve gerekse ulusal olaylarda neden doğru olanı, fikrimizi açıkça söyleyerek, haklı savunmamızı ortaya koyamıyoruz? Gerçekten istediğimiz için mi yapıyoruz bunları, neler oluyor Allah aşkına farkında mısınız?
Küresel bir savaşın içerisinde olduğumuzu, etrafımızın tamamen kuşatıldığını kaç kişi görüyor? Madem öyle de, nerede bu toplar, tanklar, tüfekler, nerede bu uçaklar, füzeler diye mi soruyorsunuz?
Algı… Sizce nedir algı? Toplumu kendine mahkûm eden, kitlesel yönlendirmelerle amacına ulaşan bu algı nedir sizce? İlla ki bu savaşta silah mı arıyorsunuz, alın size en büyük kitlesel imha silahı; Algı!
Peki nasıl oluyor da, kendileri gibi düşünmemizi sağlıyorlar? Peki nasıl oluyor da kendi istedikleri doğrultuda hareket etmemizi sağlıyorlar? Nedir bu toplumsal algı arkadaş?
Bizler kendi iç sorunlarımızla(!) uğraşırken, batı toplumu bundan yaklaşık bir asır öncesine dayanan çalışmalarla insan davranışlarını, insanların toplum içerisindeki etkileşimlerini, meydana gelen doğa olaylarına, bireysel, gurupsal ve toplumsal hareketlere karşı olan tepkimelerini araştırmaya, bu konularda belli guruplar oluşturarak kişiler üzerinde psikolojik deneyler ve analizler yapmaya başlamışlardı. İyi de, bu konularda 800’lü ve öncesi yıllarda birçok ünlü felsefeci zaten araştırmalar yapıyordu diye düşünmeyin sakın. İki dönem arasındaki büyük fark vardı. O dönemin felsefecileri devlet ve toplum yararına bu araştırmaları yaparken, yeniçağın devlet adamları ise toplumlar arasındaki savaşın kazanımına yönelik bu tür araştırmalar yapmıştır.
Bütün bu gelişmeler yaşanırken ülkemizde sonu getirilmeyen iç sorunlar yüzünden bırakın ilimle, bilimle, felsefeyle uğraşmayı, karnımızı nasıl doyururuz derdine düşüp, bir de terör belasıyla uğraşmaktan kafamızı kaşıyacak vakit bulamıyorduk. Yıllarca yönettiğimizi zannettiğimiz ülkemizde, yıllarca başkaları tarafından yönetildik, farkına varmadık. Kendi neslimize, kendi dinimize, kültürümüze, örf ve adetlerimize büyük saldırılar yapıldı, bizlere de bu saldırıları alkışlattılar yine farkına varmadık. Yeşilçamla, satılmış gazetelerle, gayri ahlaki dergilerle, sözde mizah yayınlarıyla, kendi kurdukları televizyon kanallarıyla, bu kanallardaki dizi ve programlarla vurdular, yine farkına varmadık. Özümüzü bizden aldılar, tutunduğumuz dalları kestiler, ulu orta soydular, yine de farkına varamadık. Artık birçoğumuz özünden uzak, içi boşaltılmış, düşünmekten, üretmekten yoksun, yaşayan ölüler gibiydik. Bize ne derlerse onu yapıyorduk, kötüyü iyi, çirkini güzel olarak kabul ettiriyorlardı. Kral çıplak diyecek kudreti ve birikimi kendimizde bulamıyorduk. Komut almaya hazır robotlardan hiçbir farkımız kalmamıştı. Japon generalin şu sözü özetliyordu tüm bunları; “Bir ülkeyi ele geçiremiyor musunuz? O zaman o ülkenin önce örf ve adetlerini yok ediniz.”
Bizler de yavaş yavaş ortadan kalkan örf ve adetlerimizin eşliğinde, dinimize yapılan saldırıları hoş görüyor, ceddimizi inkâr edenleri sükûnet ve olgunlukla karşılıyor, aleyhimize yapılan tüm eylem ve davranışlara karşı itidal çağrısı yapıyor, sağ yanağımıza tokat atan kişiye sol yanağımızı çeviriyorduk.
Yapılan son seçimlerde gözümüzün içine soka soka usulsüzlük yapıldı, yapılan usulsüzlükler “olur böyle şeyler” diyerek itibarsızlaştırıldı, sırtımıza vura vura hakkımız gasp edildi, bizlere hep susmak kaldı.
Yeni Zellanda da camide onlarca din kardeşimiz katledildi, Charlie Hebdo’ya verilen tepkinin yüzde birini vermek bizlere nasip olmadı.
Bütün Müslüman ülkeler “Arap Baharı” güzellemesi bir tanımlamayla işgal edildi, milyonlarca Müslüman katledildi, bizlere seyretmek kaldı.
En önemli devlet adamlarımız suikastlere kurban gitti, bizlere üzülmek kaldı.
Ülkenin terör uzantılı partisi, ülkenin şımarık çocuğu partisiyle nikâh yaptı, bizlere demokrasi nutuklarını dinlemek kaldı.
Bunca suskunluğumuza, bunca itidalimize, bunca metanetimize ve bunca sabrımıza rağmen, şehit yakınının evlat acısıyla terör destekçisi provokatör parti başkanına verdiği cevaba karşı sessiz olmamızı ve hatta kınamamızı bekliyorsunuz.
Kınayalım tabi ki, ama şehit yakınını değil, teröre çanak tutan, provokasyon düşüncesiyle şehit cenazesine giden parti başkanını.
Sahip çıkalım tabi ki, ama teröre destek çıktığı için yumruk yiyene değil, bu vatanı, sizleri, bizleri korumak için kurşun yiyen şehit yakınına, askerimize vatanımıza sahip çıkan Soylu insana.
Bütün bunlara sebep “Sert dilmiş”, hadi canım, öyle mi? Bizim mi dilimiz sertmiş!
Bu ülkenin yurttaşına aptal diyenin yumuşakmış, çomar diyenin dili yumuşakmış, bizim dilimiz sertmiş!
Terör örgütüne sahip çıkanların dili yumuşakmış, bizim dilimiz sertmiş!
Sınırımızda başkası olacağına PYD olsun diyenlerin dili yumuşakmış, bizim dilimiz sertmiş!
PKK sizi tükürüğüyle boğar, biz sırtımızı PKK’ya, PYD’ye yasladık diyenlerin dilleri yumuşakmış, bizim dilimiz sertmiş!
Ülkeyi dar boğaza sokmak, ekonomiyi alt üst etmek için patates-soğan stoklayanların, dövizi, faizi coşturanların dilleri yumuşak, bizim dilimiz sertmiş!
15 Temmuz’da 251 vatan evladımızı şehit edenlerin dilleri yumuşakmış da bizim dilimiz mi sertmiş?
Bu vatanın evladına, Mehmetçiğe kurşun sıkanlara destek verip, sonra utanmadan cenazesine gidenlerin dilleri yumuşakmış da bizim dilimiz mi sertmiş Allah aşkına!...
Yahu biraz kendimize gelelim, birbirimize sahip çıkalım, karşı taraf zaten bizi yeterince eziyorlar, biz bari birbirimizi ezmeyelim. Özümüze dönelim, sözümüzü bilelim. Artık vakit susmak değil, hak edene hakkını vermek vaktidir.
Kalın selametle…
Son dönemde ülkemizde meydana gelen gelişmeleri sabırla takip ediyorum. Olaylar karşısında verilen tepkiler, suskunluklar, haklının mahkûm edildiği, haksızın baş tacı edildiği, suçlunun aklandığı, masumun cezalandırıldığı bir akıntıya kapıldık gidiyoruz.
Öyle bir hâl aldık ki, artık kendimizi savunmayı bırakın, suçluyu övmeye kadar ilerletmişiz işi de haberimiz yok. Bu neden yapıyoruz, nasıl yapıyoruz, yaptıktan sonra içimizdeki pişmanlığı neden bu kadar yoğun hissediyoruz hiç düşündünüz mü? Gerek küresel ve gerekse ulusal olaylarda neden doğru olanı, fikrimizi açıkça söyleyerek, haklı savunmamızı ortaya koyamıyoruz? Gerçekten istediğimiz için mi yapıyoruz bunları, neler oluyor Allah aşkına farkında mısınız?
Küresel bir savaşın içerisinde olduğumuzu, etrafımızın tamamen kuşatıldığını kaç kişi görüyor? Madem öyle de, nerede bu toplar, tanklar, tüfekler, nerede bu uçaklar, füzeler diye mi soruyorsunuz?
Algı… Sizce nedir algı? Toplumu kendine mahkûm eden, kitlesel yönlendirmelerle amacına ulaşan bu algı nedir sizce? İlla ki bu savaşta silah mı arıyorsunuz, alın size en büyük kitlesel imha silahı; Algı!
Peki nasıl oluyor da, kendileri gibi düşünmemizi sağlıyorlar? Peki nasıl oluyor da kendi istedikleri doğrultuda hareket etmemizi sağlıyorlar? Nedir bu toplumsal algı arkadaş?
Bizler kendi iç sorunlarımızla(!) uğraşırken, batı toplumu bundan yaklaşık bir asır öncesine dayanan çalışmalarla insan davranışlarını, insanların toplum içerisindeki etkileşimlerini, meydana gelen doğa olaylarına, bireysel, gurupsal ve toplumsal hareketlere karşı olan tepkimelerini araştırmaya, bu konularda belli guruplar oluşturarak kişiler üzerinde psikolojik deneyler ve analizler yapmaya başlamışlardı. İyi de, bu konularda 800’lü ve öncesi yıllarda birçok ünlü felsefeci zaten araştırmalar yapıyordu diye düşünmeyin sakın. İki dönem arasındaki büyük fark vardı. O dönemin felsefecileri devlet ve toplum yararına bu araştırmaları yaparken, yeniçağın devlet adamları ise toplumlar arasındaki savaşın kazanımına yönelik bu tür araştırmalar yapmıştır.
Bütün bu gelişmeler yaşanırken ülkemizde sonu getirilmeyen iç sorunlar yüzünden bırakın ilimle, bilimle, felsefeyle uğraşmayı, karnımızı nasıl doyururuz derdine düşüp, bir de terör belasıyla uğraşmaktan kafamızı kaşıyacak vakit bulamıyorduk. Yıllarca yönettiğimizi zannettiğimiz ülkemizde, yıllarca başkaları tarafından yönetildik, farkına varmadık. Kendi neslimize, kendi dinimize, kültürümüze, örf ve adetlerimize büyük saldırılar yapıldı, bizlere de bu saldırıları alkışlattılar yine farkına varmadık. Yeşilçamla, satılmış gazetelerle, gayri ahlaki dergilerle, sözde mizah yayınlarıyla, kendi kurdukları televizyon kanallarıyla, bu kanallardaki dizi ve programlarla vurdular, yine farkına varmadık. Özümüzü bizden aldılar, tutunduğumuz dalları kestiler, ulu orta soydular, yine de farkına varamadık. Artık birçoğumuz özünden uzak, içi boşaltılmış, düşünmekten, üretmekten yoksun, yaşayan ölüler gibiydik. Bize ne derlerse onu yapıyorduk, kötüyü iyi, çirkini güzel olarak kabul ettiriyorlardı. Kral çıplak diyecek kudreti ve birikimi kendimizde bulamıyorduk. Komut almaya hazır robotlardan hiçbir farkımız kalmamıştı. Japon generalin şu sözü özetliyordu tüm bunları; “Bir ülkeyi ele geçiremiyor musunuz? O zaman o ülkenin önce örf ve adetlerini yok ediniz.”
Bizler de yavaş yavaş ortadan kalkan örf ve adetlerimizin eşliğinde, dinimize yapılan saldırıları hoş görüyor, ceddimizi inkâr edenleri sükûnet ve olgunlukla karşılıyor, aleyhimize yapılan tüm eylem ve davranışlara karşı itidal çağrısı yapıyor, sağ yanağımıza tokat atan kişiye sol yanağımızı çeviriyorduk.
Yapılan son seçimlerde gözümüzün içine soka soka usulsüzlük yapıldı, yapılan usulsüzlükler “olur böyle şeyler” diyerek itibarsızlaştırıldı, sırtımıza vura vura hakkımız gasp edildi, bizlere hep susmak kaldı.
Yeni Zellanda da camide onlarca din kardeşimiz katledildi, Charlie Hebdo’ya verilen tepkinin yüzde birini vermek bizlere nasip olmadı.
Bütün Müslüman ülkeler “Arap Baharı” güzellemesi bir tanımlamayla işgal edildi, milyonlarca Müslüman katledildi, bizlere seyretmek kaldı.
En önemli devlet adamlarımız suikastlere kurban gitti, bizlere üzülmek kaldı.
Ülkenin terör uzantılı partisi, ülkenin şımarık çocuğu partisiyle nikâh yaptı, bizlere demokrasi nutuklarını dinlemek kaldı.
Bunca suskunluğumuza, bunca itidalimize, bunca metanetimize ve bunca sabrımıza rağmen, şehit yakınının evlat acısıyla terör destekçisi provokatör parti başkanına verdiği cevaba karşı sessiz olmamızı ve hatta kınamamızı bekliyorsunuz.
Kınayalım tabi ki, ama şehit yakınını değil, teröre çanak tutan, provokasyon düşüncesiyle şehit cenazesine giden parti başkanını.
Sahip çıkalım tabi ki, ama teröre destek çıktığı için yumruk yiyene değil, bu vatanı, sizleri, bizleri korumak için kurşun yiyen şehit yakınına, askerimize vatanımıza sahip çıkan Soylu insana.
Bütün bunlara sebep “Sert dilmiş”, hadi canım, öyle mi? Bizim mi dilimiz sertmiş!
Bu ülkenin yurttaşına aptal diyenin yumuşakmış, çomar diyenin dili yumuşakmış, bizim dilimiz sertmiş!
Terör örgütüne sahip çıkanların dili yumuşakmış, bizim dilimiz sertmiş!
Sınırımızda başkası olacağına PYD olsun diyenlerin dili yumuşakmış, bizim dilimiz sertmiş!
PKK sizi tükürüğüyle boğar, biz sırtımızı PKK’ya, PYD’ye yasladık diyenlerin dilleri yumuşakmış, bizim dilimiz sertmiş!
Ülkeyi dar boğaza sokmak, ekonomiyi alt üst etmek için patates-soğan stoklayanların, dövizi, faizi coşturanların dilleri yumuşak, bizim dilimiz sertmiş!
15 Temmuz’da 251 vatan evladımızı şehit edenlerin dilleri yumuşakmış da bizim dilimiz mi sertmiş?
Bu vatanın evladına, Mehmetçiğe kurşun sıkanlara destek verip, sonra utanmadan cenazesine gidenlerin dilleri yumuşakmış da bizim dilimiz mi sertmiş Allah aşkına!...
Yahu biraz kendimize gelelim, birbirimize sahip çıkalım, karşı taraf zaten bizi yeterince eziyorlar, biz bari birbirimizi ezmeyelim. Özümüze dönelim, sözümüzü bilelim. Artık vakit susmak değil, hak edene hakkını vermek vaktidir.
Kalın selametle…