(Bu yazıyı, “Bakaleee, senin evin kiraa mııı, yohsa gendinin miiii?” diye soran teyzeye ithaf ediyorum.)
***
Çok gezdiğim doğrudur. Kazandığım paranın çoğunu gezerek harcadığımı anlatmaya gerek var mı artık?!
Yakın akrabalarımdan, uzak akrabalarıma; yakın dostlarımdan, uzak dostlarıma; iş arkadaşlarımdan, ehli muhabbet arkadaşlarıma kadar pek çoğu bu hâlimi, yadırganacak bir durum olarak görmekte ve zaman zaman beni uyarmaktadırlar.
Haksız olduklarını söyleyemem. Sonuçta "dünyada mekân, ahirette iman" teorisi ile yetiştirilmiş nesilleriz. Peki, bu teori yanlış mı? Bilmiyorum, hatta sanmıyorum...
Kaldı ki yaptığım her şey doğrudur, söylediklerimin tamamı hikmetlidir, diye düşünmüyorum. Öyle olması da gerekmez âcizane kanaatimce.
Geçen yıl bir arkadaşım ile telefonda görüşürken bu mevzu açılmış; arkadaşım, "Sen yine de bir ev al, paranı biriktir, sonuçta yaşlılık var. Yaşlılıkta rahat etmek için şimdi biraz zahmet çekmelisin." demişti.
Doğruya doğru. İnsanın zor zamanlar için bir birikimi, kenarda köşede bir dayanağı olmalıdır. Yaşlılık da şüphesiz o zor zamanlardan biridir.
Tam bu konuşmanın etkisi altında iken, birkaç gün sonra, başka bir tanıdığımın, kalp krizi geçirerek vefat ettiğini öğrendim. Yaşı elli idi. Allah rahmet eylesin, temiz bir insandı bana göre.
Epey zorluklar çekmiş, otuz yaşında ancak işe girebilmiş, otuz beşinde evliliğin borcu harcını bitirir bitirmez ev taksitine girmişti. On yıllık taksitleri, maaşının yarıdan fazlasını vererek tamamlamış, zarurî ihtiyaçları dışında neredeyse nefes bile alamamıştı.
Kendisi ile pek görüşmesem de haberini alıyordum. Kırk beşinde borç bitince hanımı, yeter artık, evimiz var, borcumuz yok. Biraz da hayatımızı yaşayalım, dese de bizimki bir kere alışmış biriktirmeye. Olmaz, demiş. Bir de yazlık alalım orta halli. O zaman yaşarız hayatımızı. Dediğini de yapmış. Bu sefer de beş yıllık yazlık borcuna girmiş. Tabii banka kredisi ile iki katına çıkan borç...
Son iki taksiti kalmıştı, diye ah çekti, onun vefatını haber veren ortak arkadaşımız. Son iki taksiti...
Şimdi gel de arada kalma. Bu adamın yaptığı doğru mu, yanlış mı? Eee ne yapalım yani, biriktirmeyelim mi? Evimiz, arabamız olmasın mı? Çalışıp üretmeyelim mi?
Valla bütün bunlara verecek cevabım olsa bu yazıyı yazmazdım. Ama şöyle düşünüyorum:
Elbette ki insan çalışmalı, üretmeli, hele insanlığın hayrına olacak işlerde gerekirse her türlü fedakârlığı yapmalı. Ama bütün bunları yaparken mümkün olduğunca insanî yaşam şartlarının gerekliliklerini de yerine getirmeli. Bazen dinlenmeli gezmeli, farklı farklı ortamlar ve insanlar ile tefekkür dağarcığını zenginleştirmeli.
İnsanın bir evi olmalı, bence de. Şartlarına uygun, hesaplı, maddi gücüne göre... On yılını, yirmi yılını ipotek altına almayacak şekilde. Hayatının en güzel yıllarını bir mahkûm gibi sınırlamamak üzere. O kadar.
Ne diyorum ben, kırk yaşıma geldim de neden hala bir evim yok öyleyse?
Dediğim gibi. İnsanî yaşam şartlarım gereği gezmek, görmek, düşünmek, öğrenmek istiyorum. Ee artakalanı ile bir ev almak pek mümkün değil şu anda...
Yaz ayları, benim ev ve birikim takıntılarımın tavan yaptığı zamanlardır. Malûm, tatil olunca eş dost akraba ziyaretleri…
Herkeste bir yarış bir yarış. Ayda yılda bir defa kısa bir süreliğine görüşen yakınların nasıl ev, araba, arsa, mal mülk yarıştırdıklarını görünce insanın kafası karışıyor hâliyle.
Benim birader geçenlerde bu mevzu üzerine önemli bir tespitini paylaştı. Senin maaşın var, elindeki biter, aybaşında yine maaşın yatar. Bizimki öyle mi... Bazen iyi kazanıyoruz bazen işler sarpa sarıyor. İşte o kötü zamanlar için kenarda köşede bir miktar akçemiz olmalı.
Buyur buradan yak. O da haklı. Hem de sonuna kadar.
Hâsılı yalan dünya. Çalışırken, dinlenmeyi; Zorluklarla mücadele ederken, eğlenmeyi; ağlarken, gülmeyi unutmayalım.
İnsanı, "paylaşmak" kadar mutlu eden bir faaliyet görmedim. Evdeki birkaç eski eşyayı, belediyenin ihtiyaç sahipleri alsın diye oluşturduğu yerlere atarken bile, bir ay boyunca, olağanüstü bir mutluluk yaşıyorum. Öyleyse paylaşmayı, ihtiyaç sahiplerini gözetmeyi de unutmayalım.
Gerek iş hayatında, gerek aile hayatında, gerekse sosyal ortamlarımızda, “olduğumuz gibi” görünmeye gayret edelim. Bir meziyetimiz, üstün vasfımız varsa bile; onu insanların gözüne gözüne sokmayalım. Bizzat tecrübe ettim. Bu durumda ya insanlar beklentiye girip sürekli sizden bir şeyler istiyorlar; ya da haset damarları galeyana gelip sizin kusurlarınızı araştırmaya başlıyorlar. Siz de o hasletlerinizden bir hayır göremiyorsunuz.
Hayatım boyunca bu tür hataları çokça yaptım. Meziyetlerim ve gücüm (!) ile ön plana çıktığım zamanlarda edindiğim dostluklarımın çoğu kısa sürdü. Hatta hoş olmayan sonuçlar doğurdu. Olduğum gibi görünmeye gayret ederken kurduğum dostluklar ise son derece kalıcı ve kaliteli oldu. O zamanlarda daha mutlu ve huzurlu oldum. Kısacası "ya olduğumuz gibi ya da göründüğümüz gibi..."
Eee, benim ev meselesi ne oldu. Dedim ya kafam karışık diye. Hep bu yaz tatili yüzünden. Çok dünyevileştik çook!
Ne diyor edebiyatımızın zarif edibi rahmetli Cahit Zarifoğlu: “Burası dünya, ne çok kıymetlendirdik… Oysa bir tarla idi; ekip biçip gidecektik”
Nasip olursa ben de bir ev almayı/yapmayı/yaptırmayı düşünüyorum. Mümkünse hayatımı ipotek ettirmeden... Bilesiniz ki hep sizin yüzünüzden. Bu nasıl bir mahalle baskısıdır ya...
Artık hiç tanımadığım insanlar bile, kamuya açık bir alanda denk geldiklerimden, tanıştıktan hemen sonra "kendi evin mi, kira mı?" diye soruyorlar. Kira, deyince de zavallı bir mahlûkmuşum gibi bakıyorlar.
Birkaç ay önce Torosların eteklerinde geziniyorduk yine. Bir ara gitmekte olduğumuz yol bitti. Şaka gibi ama asfalt yol, bir yerde keçi yoluna döndü ve bitti. Etrafta tek tük evler vardı. Birine soralım diye niyetlenirken; yaşlıca bir teyze, elindeki bastonu bize doğrulta doğrulta yaklaştı. Biz selam verip yolu sorduk ama o bize cevap vermek yerine adeta sorguya çekti. Kim olduğumuzu, nereden gelip nereye gittiğimizi, memleketimizi, işimizi, kazancımızı bir çırpıda öğrendikten sonra, “Bak heleee” diye bölge insanına has muhteşem bir giriş yaptıktan sonra “oturduğun ev kendinin mi, kira mı?” diye sormaz mı…
Tanıdık ortamlarında zaten direk ikinci sınıf muamelesi... Hele bazıları var ki adamı zıvanadan çıkarıyorlar. Geçenlerde sosyal meseleler üzerinde tatlı tatlı tartıştığımız bir eski arkadaşım, köşeye sıkışınca, hiç alakası yokken, "senin evin yoktu, değil mi?" demez mi
Nevrim döndü...
Alacağım arkadaş, alacağım. Bir ev alacağım nasip olursa. Hayır, alınca ne olacak, onu merak ediyorum. Hem siz böyle beni sinir etmeye devam edin, bir "filla" yaptırıp sizi de yemeğe davet edeceğim.
Hani yukarıda demiştik ya "dünyada mekân ahirette iman" teorisi ile yetiştik diye. Dünya işi genelde tamam da keşke ahiret işi de bu kadar kolay olsa.
Keşke ev alıp almadığımız kadar namaz kılıp kılmadığımız ve kıldığımız namazın bizi fuhşiyattan, münkerattan, cümle kötü davranışlardan koruyup korumadığını da takip edebilsek. Muhabbetlerimize konu edebilsek.
Keşke Nur Suresinin elli beşinci ayetindeki hükmün neden hakkımızda yerine gelmediğini de düşünsek:
"Allah, içinizden, iman edip de salih ameller işleyenlere, kendilerinden önce geçenleri egemen kıldığı gibi onları da yeryüzünde mutlaka egemen kılacağına, onlar için hoşnut ve razı olduğu dinlerini iyice yerleştireceğine, yaşadıkları korkularının ardından kendilerini mutlaka emniyete kavuşturacağına dair vaadde bulunmuştur. Onlar bana kulluk eder ve bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar. Artık bundan sonra kimler inkâr ederse, işte onlar fasıkların ta kendileridir."
Keşke bizim "gavur" diye küçümsediğimiz nice kişi ve toplulukların bilhassa insani özelliklerinin bizden çok daha düzgün olmasının sebeplerini de tefekkür edebilsek...
Milli Şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un Avrupa gezisini özetlediği veciz sözleri neydi?
“Onların işi bizim dinimiz gibi, bizim işimiz ise onların dini gibi…”
Sizce de bu işte bir terslik yok mu?
Demem o ki ev alırız tamam da; dünya ne olacak, onu da alabiliyoruz mu?
Yazım da kafam gibi karışık oldu galiba…
Selam ve muhabbetle efendim.