AİLE TEMELLİ TOPLUM TASAVVURUNDA TOPLUMSAL CİNSİYET EŞİTLİĞİ MESELESİ
Toplumun temel yapı taşı ailedir. Aile yapısı ne kadar sağlam temellere dayanır ne kadar güçlü bağlarla sarmalanırsa o toplum da o kadar temeli sağlam bir hal alır ve dış etkenlere karşı o kadar korunaklı hale gelir. Aile, büyük ve geniş olduğunda bu büyüklük, içine aldığı her bireyin kültürel yaşam alanını da o derece geniş bir yelpaze ile şekillendirmekte, bakış açısını dolayısıyla da düşünsel iradesine yön vermektedir.
Hem İslamiyet öncesi Türk kültüründe hem de İslami anlayışta aile kavramı, toplumsal hayatın çekirdeğini oluşturmaktadır. Kültürün yaşanmasında ve gelecek kuşaklara aktarılmasında dünyaya yeni gelmiş bir bireyin ilk olarak tanıştığı kurum, aile kurumudur. Kişinin ailesi kültürel normlara ne kadar uygunluk arz ediyorsa o kişinin de toplum kültürünün bir parçası haline gelmesi de o derece kolaylaşmaktadır. Bu nedenledir ki yüzyıllar boyunca Türk-İslam kültürünün ayakta kalmasının temel sebebi aile kurumunun ayakta kalmasıdır. Türk-İslam kültüründe aile hayatı, toplumsal birlikteliğin ve toplumsal yaşamın adeta bir demosudur. Çünkü kültürel anlamda düşünüldüğünde geniş bir aileye sahip olan bir birey, birkaç kuşak ile birlikte yaşamakta, olaylar karşısında birkaç bakış açısına sahip bir ortam içerisinde büyümekte ve nihayetinde birçok farklı kişilik ve düşünceye sahip başka bireylerle sevgi, saygı ve hoşgörü içerisinde kendi kişiliğini de oturtarak ve yaşayarak cemiyete karışmaktadır. Her aile bu şekilde bir görünüş sergilediğinde ise bu ortam genele yayılarak toplumsal bir düzen haline gelmekte, toplumun sağlam temelleri bu şekilde atılmaktadır. Sağlam aile yapısı sağlam toplum yapısını da beraberinde getirmektedir.
Türk-İslam toplumlarının bu sağlam toplumsal yapısı karşısında askeri ve siyasi saldırılarla üstünlük sağlayamayan batı toplumları, bu sefer bu sağlam yapının bozulmadan üstünlük sağlayamayacaklarını anlamışlar ve son yüzyıldan itibaren bu yapıyı bozmaya ve ortadan kaldırmaya yönelik saldırılarını çeşitlendirip artırmaya başlamışlardır.
Öncelikle geniş aileden çekirdek aileye geçiş ile nesiller arasındaki bağı kopararak işe başlamışlar ve bunda da oldukça başarılı olmuşlardır. Yapılan reklamlar, filmler, özendirici yaşam tarzları sayesinde çekirdek aile denilen kültürel bir hapishaneye tıktık çocuklarımızı. Bizler dede ve nenelerimizle paylaştığımız ortamımızı maalesef kendi çocuklarımız için oluşturamaz olduk. Zira çocuklarımız, yaşayan kültür abidelerimiz olan dede ve nenelerinden mahrum kaldılar. Kabul etmek gerekir ki dede ve nenelerin torunlarına yaklaşımları, baba ve annelerin çocuklarına karşı yaklaşımlarından oldukça farklılık arz eder. Çocuklar neden dede ve nenelerinin yanlarında kalmak ister hiç düşünüp kafa yormadık. Onların yanlarında hem düşünce hem de yaşayış olarak daha özgürlerdir de ondan. Adeta kendileri olurlar onların yanında. Bunun yanı sıra onlardan elde etikleri kazanımlar da baba ve annelerinden ettiklerinden çok farklıdır. Kendimizi sorguladığımızda kaç anne baba çocuklarına kültür aktarımında dede ve nene kadar etkili ve faydalı olabiliyor. İşte çekirdek aile hengâmesinin en önemli eksikliği de burada ortaya çıkmaktadır. Yaşadığımız süreçte belki bizlerin de normal karşıladığımız anne baba ve çocuklardan oluşan çekirdek aile yaşantısının geniş aile karşısında kültürel anlamdaki en büyük eksikliğini yaşıyor ve yaşatıyoruz.
Tabi ilk aşama olan çekirdek aileye geçiş süreci başarı ile tamamlandıktan sonra yeni hedef artık elimizde çekirdek de olsa kalan aile kurumunun maneviyatının ortadan kaldırılmasıdır. Özellikle kadının aile içerisindeki ağırlığı ve rolünün oldukça fazla olması ve yuvayı dişi kuşun yaptığı gerçeği bu hedefe yönelinmesinde etkili olmaktadır. Zira aile kurumunun tamamen ortadan kaldırılmasında en önemli yol, kadını bu işlevinden uzaklaştırmaktır. Kadın ne kadar evden ve aile ortamından uzaklaşırsa, toplumun temel yapı taşı olan aile de o derece zarar görüp ortadan kalkar ve toplumsal yapı da dolayısıyla bozulmaya başlar. Kadının iş hayatına başlaması, kendi ayakları üzerinde durması gerektiği üzerine feminel yaklaşımların yoğunlaşması, maddi özgürlüklerinin ardı sıra manevi özgürlüklerinin de ortaya çıkarılmaya başlanmasına sebep olmaktadır. Böylece yaratılışına uygun, asli duruşunun yanında farklı duruş sergileyen kadınların toplumda çoğalması, bir takım sorunların da ortaya çıkmasına sebep olmaktadır.
Günümüzde etrafımıza baktığımızda, çalışan annelerin çocukları üzerindeki eksiklikleri bu sorunların başında gelmektedir. Sabahın erken saatlerinde çocukların bir o yana bir bu yana bakıcıya götürülerek teslim edilmesine hepimiz şahit olmaktayız. Sağlıklı bir büyüme ortamından mahrum kalan çocukların bir de bunun üzerine anne sevgisi ve şefkatinden yoksun büyümesi de öncelikle psikolojik, ardından sosyolojik bir vaka olarak karşımıza çıkmaktadır. Cemiyete bu şekilde sunulan bireylerin sevgi, saygı ve şefkatten yoksun bir şekilde toplumsal ilişkiler içerisinde bulunacaklarını tahmin etmek hiç de zor olmasa gerek.
Son olarak son günlerde iyice ayyuka çıkan ve toplumsal cinsiyet eşitliği olarak karşımıza sunulan kadın erkek eşitliğinde gelinen son nokta ise aile kurumuna iyiden iyiye savaş açmış vaziyettedir artık. Eskiye oranla boşanmaların ve yıkılan ailelerin sayısının son derece artmasındaki temel sebeplerden birisi, toplumda rollerin değiştirilmeye çalışılmasıdır. Ekranlarda izlediğimiz “kadınım beeen” nidasının basit bir seslenişten ibaret olmadığının farkına varılması gerekmektedir. Pozitif ayrımcılığın kaynaklık ettiği ve kadını olması gerekenden çok farklı bir şekilde yücelten düşünce sistemi, iyiden iyiye kadınlarımız arasında rağbet görmeye ve toplumsal düzenin bozulmasına zemin hazırlamaktadır. Öyle ki kadın ve erkeğin yaratılıştan ötürü farklı muamele görmesini içeren ve Yaratıcının koymuş olduğu kanunların çiğnenerek toplumsal cinsiyet eşitliğine dayalı bir propaganda ile bu farklı muamelenin ortadan kaldırılmak suretiyle sözde eşitliğe dayalı bir davranış ve muamele, aslında kadına yapılan bir hakarettir.
Toplumumuzun içerisinden geçirildiği bu kültürel yozlaşma sürecinde sahip olduğumuz milli ve manevi unsurların göz önünde bulundurularak kadının Türk-İslam kültürüne göre konumumun hatırlanması, haklarının maddi ve manevi olarak verilmesi için çeşitli yasal düzenlemeler yapılmalı ve bu saldırıya karşı topyekün bir mücadele içerisinde olmamız gerekmektedir. Aksi halde en büyük ve en sağlam özelliğimiz olan aile kurumumun varlığından söz etmek mümkün olmayacaktır.
Not: Karşı olduğumuz olgu, kadının sosyal hayattan soyutlanması değil, bilakis aile kurumunu ayakta tuttuğu gibi toplumsal düzenin de sağlam bir şekilde devam edebilmesi adına vizyon ve misyonu açısından kültürel normlara uygun bir konuma gelmesidir.