“ÖĞRETMENİMİ ÜZENİ BEN DE ÜZERİM”
(Beklenen Felsefe)
Toplumların gelişmesi ve geleceğin inşası için eğitimin temel yapı taşı olduğu gerçeği hepimizin malumudur. Bu doğrultuda eğitime ayrılan bütçenin de oransal ve hacimsel olarak büyümesi, bu düşüncenin maddesel boyutunun uygulamaya konduğunun da açıkça bir göstergesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu maddesel boyut kendisini eğitimin tüm kademelerinde derslik sayılarının artırılması, teknolojik devrimin eğitimde kendini hissettirmesi, doküman ve materyallerin sınırsız bir şekilde öğrenci ve öğretmenlerin hizmetine sunulması şeklinde göstermektedir. Şüphesiz ki bu maddesel döngü ve devrim, Türk Eğitim Sistemi içerisinde çağ atlama boyutunda algılanmaktadır. Ve bu durum, on yıllardır ihtiyaç duyulan fiziki yetersizlikler ile materyal eksikliklerinin, vücut bulmuş bir hayalin tezahürü olarak eğitim sistemindeki açığı kapatmaktadır.
Ancak eğitim sadece fiziksel bir mekândan, maddeden oluşan bir ders aracından ve nihayet sadece somut verilere dayanan bir istatistiksel hesaplamadan ibaret değildir. Bireyde beklenilen istendik davranışlar ki bunlar; akademik başarının yanı sıra milli, manevi, ahlaki ve insani değerlerin bir vücutta buluştuğu, harmanlandığı ve nesiller ötesine taşındığı bir ruhaniyeti barındırmaktadır.
Okuldaki sınıfa, bahçeye ve duvarlara dokunan el, ruhuna da dokunmadıkça; eğitimin her alanda istenilen hedefine ulaşmasına mani olan bir el (yabancı) olmaya mahkûmdur.
Eğitim felsefesinde okulun içindeki ruh, öğretmendir. O ruh ne kadar özgür, rahat, güvende ve sağlam olursa o ruhun üflendiği öğrenci de o derece özgür düşünür, rahat yaşam sürer, güven içerisinde olur ve sağlam bir kişiliğe bürünür.
O halde her türlü fiziksel imkân ve faydanın sağlandığı eğitim yuvalarının ruhlarına da dokunmanın zamanı gelmedi mi?
Öğrenciye ulaşmak öğretmene ulaşmaktan, öğrenciye dokunmak, öğretmene dokunmaktan geçer.
Dokunmak derken, maalesef yanlış anlıyoruz. Biz öğretmenin kalbine dokunulmasını beklerken, birileri bedenine dokunmakta ısrar ediyor. Bırakınız özgür, rahat ve huzurlu bir hayat içerisinde görev yapmayı, can güvenliği tehlikesi içerisinde öğretmenlerimiz sadece sağ salim eve dönüş ruhaniyeti taşımakta. Gün geçmiyor ki, bir öğretmene saldıran veli ve öğrenci haberleri ekranlardan eksik olmasın. Tabi bu medyaya yansıyanlar. Her gün fiziki ve psikolojik şiddete maruz kalınan yüzlerce olay geliyor öğretmenlerin başına. İki gün önce okul bahçesinde öğretmeni darp eden öğrenci ve veli haberi ise gerçekleşen en son olay. Üstelik öğrencilerinin gözleri önünde gerçekleşen olay, saniye saniye okul güvenlik kamerasına yansıyor.
Öğrenci ve velinin sınırsız hak ve tolerans ile eğitim sistemindeki konumuna karşın en yüksek mertebede olması gereken öğretmenin konumu, fiziksel olarak üst düzey donatılan okullarımızda ters orantılı olarak seyir göstermektedir. Doğal olarak da öğretmen olgu ve algısının toplumda gerektiği seviyede olmaması ortaya çıkmaktadır.
Her şey den önce öğretmen saygı ve sahiplenme beklemektedir. Bu saygı ve sahiplenme ne kadar üst düzeyde gerçekleşirse o kadar toplumda karşılık bulacak ve eğitim sisteminin değişim ve dönüşümü içerisindeki ruhaniyetin de olması gereken üzerinde büyük bir etki yaratacaktır.
Bunun için yıllar evvel veliye ve öğrenciye bugün ki yolu açan “veliyi üzeni ben de üzerim” anlayışının yerine veya yanına “ÖĞRETMENİMİ ÜZENİ BEN DE ÜZERİM” anlayışı getirildiğinde daha sağlam bir yapı ortaya çıkacaktır.
Aksi halde öğretmen-öğrenci-veli olarak adlandırılan ve sürekli sağlamlaştırılmaya çalışılan sacayağı üçlüsünün veli ayağı onarılırken öğretmen ayağı kırılacaktır.