FÂNİ DÜNYANIZA BEDEL BÂKİ BİR CENNET İSTER MİSİNİZ ?
Yaratan bâki, diğer varlıklar ise fânidir. Diğer varlıklar arasındaki insan, kâinatın efendisidir.
Kâinatın bir parçasını oluşturan insan, ilâhi kelamın muhatabı, mukaddes emanetin taşıyıcısı, sorumluluk yüklenen yegâne bilinçli bir varlıktır.
Bilinçli bir varlık olan insan; mâsivâdan (Mâsivâ: Yaratan’dan başka diğer varlıklar demek) sıyrılıp aklı, fikri ve gönlüyle dua ve zikrinde andığı her isim en büyük etkiye sahip olacaktır.
Yaratan’ın mâsivâ ile olan münasebeti yaratıcı - yaratılmış ilişkisinden öteye geçemez.
***
İnsanın yapısında ne tür bir inanç, ideal, hayat tarzı ve yaşantı kurgulanmış ise dışarıya da o tür bir hayat tarzı ve davranış yansıyacaktır. Küpün içinde ne varsa, dışına da o sızacaktır.
Sayısız şiirin, düz yazının ilham kaynağı olan Kur’an-ı Kerim, asırlar boyunca İslâm kültürü içindeki farklı düşünce okullarının kendi görüşleri için en güçlü delilleri aradıkları bir kaynak olmuştur. Çünkü harflerinin, sözcüklerinin ve tümcelerinin seslendirilmesi esnasında ortaya çıkan, kulağa ve ruha hoş gelen eşi benzeri olmayan, eşsiz bir musikisi olan bir kutsal kitaptır. Bu kitap, bize ilk olarak ‘oku’ diyerek başlamıştır. Böylece bizi, fikri bir hareketlilik içerisine girmeye teşvik etmiştir.
Kur’an-ı Kerim, ‘Kulları içinde Yaratan’a en çok saygı duyan, âlimlerdir.’ (Fâtır Suresi-28) ayetiyle bize vahiy-iman-bilgi arasındaki ilişkiyi sezdirmiştir.
***
Bilmek zihnin işlevidir, inanmaksa iradenin zihnin işlevine katılmasıdır. İman, bilgi ile sevginin birleşmesinden doğar.
İmanda tevhit, insanın zihnini, ibadette tevhit ise kalbini aydınlatır. İmanda tevhit insanın düşünce hürriyetini, ibadette tevhit ise duygu hürriyetini sağlar. Ama bu bilgiden nasibini almamış bazı insanlar, nezaket kurallarını yerine getireceğim diye diğer insanlara aşırı derecede eğilmek, saygıda kusur etmeyeceğim diye taparcasına davranışlar sergileyerek, saf olan tevhit inancına ve İslam şahsiyetine yakışmayan davranışları hayatlarında barındırmaktadırlar. Bu insanların şaşkınlığından kaynaklanan çirkef olan şirkin, cehaletlerinin, acizliklerinin ve tembelliklerinin eseri görülmüş olur. Hâlbuki hayatımızın her anında, ibadette de dâhil olmak üzere, tevhidin ruhunun ihlas olduğu unutulmamalıdır. İhlâs, sadece ve sadece Yaratan’ın rızasını gaye edinmek, dini davranışlarında sevgi ve samimiyetin dışında hiçbir hedef gözetmemek gerekir.
İnsan, İslam dininin hem teorik/nazari hem de pratik/ameli tarafını oluşturan bu iki önemli bölümü kendisinde birleştirebilen, özümseyebilen insan, gerçek anlamda dindardır. Birleştiremeyenleri artık siz hangi kefeye koyarsanız, oraya koyun… Bu noktada dindar olmak bir şereftir de… Şereflenmemiz, kâinat için önem arz eder.
Kâinatta başkasına muhtaç olan ve değişen her şey yaratılmıştır; kadim (kadim: başlangıcı geçmişin derinliklerinde bulunan, pek çok eskiye uzanan, öncesiz) olamaz. Aklımız hareket ve sükûndan uzak kalamayan kâinattaki nesnelerin yaratılmış olduğunu ve her yaratılmışın da bir Yaratıcısının olacağını kabul eder.
***
Peki, Yaratan yarattığından yani bizden ne istemektedir? Yaratan; davranışın söze, sözün de davranışa zıt düşmemesini ister. Uygulanmayan bilgiden de uzak durmamızı ister. Çünkü uygulanmayan bilgi, istifade edilmeyen suya benzer. Akıp gider, fakat insanlar ondan istifade edemezler.
Bir işin söylentisi değil, görüntüsü önemlidir. Sözden ziyade davranışlar etkilidir. İslam dini de davranışların, sözlerden daha yüksek sesle konuştuğuna inandığı için, ahlaka çok önem verir. Çünkü davranışlar ahlakın yayılmasında en büyük iletkenlik görevini yapar.
…Bütün bu kadar hakikatlere rağmen kendimize bir sual yöneltelim ve vicdanımızda yanıtlayalım. Sualimiz; ‘Senin şu fâni dünyana bedel, bâki bir cennet ister misin ?’
***
‘Yürü fâni dünya, sana gelende gülmüş var mıdır?’ (Yunus Emre)
‘Bâki bir hakikat, fâni şahsiyetler üstüne bina edilemez. Edilse, hakikata zulümdür.’ (Bediüzzaman Said Nursi)