Kimi zaman dünyayı anlamaya çalışırız. Çoğu zaman kibirli duruşumuzla dünyayı anladığımızı zannederiz. Bazen de içimiz donanır, değişip dönüşüp yepyeni bir kişilik kazandığımızla övünürüz. Aslında göründüğümüzden farklı, hem de çok farklı bir depo gibiyiz. Kimi zaman dolduktan sonra boşalan, kimi zaman da dolmadan boşalan bir depo gibi…
Her sabah uyandığımızda, bizim için yeni, -Yaradan’dan hediye- tertemiz bir sayfa sunulmuştur bize. Hemen dünyayı yeniden kurmaya, ne kadar çirkin, yamuk ve hoşumuza gitmeyen bir durum varsa, bunları düzeltme çabasına yöneliriz. Acaba bütün yolumuzu, yönümüzü çizmede biz tek başına bir etken olabilir miyiz?
Çözümler için alışkanlıklarımıza başvururuz. Hem de doğuştan olmayan, sonradan severek kazandığımız alışkanlıklarımıza.. Hoşumuza gittikçe alışkanlıklarımızı yinelemeye, bütün paydaşlarımıza içtenlikle tavsiye ettiğimiz alışkanlıklarımıza…
İçimizde yatan gizli bir sırrımız vardır. Almadan vermek sırrı gibi. Acaba neleri, kimleri…Verebilecek neyimiz varsa.. Bize özel aynalarımızda, yabancı yüzler yoksa, durum farklı o zaman. Eğer aynamız sadece bir tek tür barındıran bir bahçe ise bahçemizi zenginleştirmeye çalışmak, çabalamak gerek. Karşılığını ummadan bahçeye farklı çiçekler dikebilmek, farklı renkteki yüzlere alışabilmek… Asıl marifet de burası.
Çevremizden, biraz farklı olabiliriz. Belki de, bozulmamış orijinal kavramlarla düşündüğümüzdendir. Herkesten farklı olarak sorularla, düşüncelerle, bizdeki boşlukları yamaya yamaya bir şekil ortaya getirmeye çalışabiliriz. Doğru bir anlatımla, eleştirel bir düşünüşle bunu başarabiliriz.
Nefes aldığımız müddetçe girdiğimiz meclislerde sık sık sitem ederiz, değişen eğitim uygulamalarımıza… Bize yabancı yöntemler dayatan zihniyete ve daha sayamadığımız diğer konulardan dolayı küseriz kimi zaman. Kendi özünden ayrılmış hiçbir şey istemeyiz. Şehir yaşantımıza bakarız ve medeniyetin odak noktası olan bir yere. Şehir hayatını, diğer yerleşim yerlerinden farklı değerlendiririz. Kırsaldan her zaman üstün tutarız.
Vicdanımız el vermese de bir acı gerçeği görürüz. Hayatın imkânlarını sadece bir kesimin, elit tabakanın, elde tutmasından ve öteki tarafta hayatı ıskalayan bir kitleyi görürüz. Acaba insanları mutluluğa götürmek için bu gölgenin, bu tabunun yıkılması gerekmiyor mu? Hangi vicdan bu manzara karşısında sessizce izleyebilir ki?
Susmak bilmeden, çoğu kez konuşuruz, bir çift sözün belini, hatta sözün her tarafını kırarız. Ama söylediğimiz sözleri, yazıyla ete kemiğe büründürmekten kaçarız. Hem de arkasına bakmadan yaparız. İnsanlığın kılavuzu olan düşüncelerin damıtılarak kitap haline getirilmesi noktasında sürekli sınıfta kalmaya ve her sene bu dersi alttan alamaya alışığız. Hâlbuki kitapların, istikbalin kapılarını açan, ufkumuzu aydınlatan, bizi yeniden yoğurup erdemlere ulaştıran kitaplara neden bu ihaneti yaparız, bilinmez. Ailemizdeki ihtiyaçlar ve istekler listesinde çoğu zaman yer almayan kitaplar... Sahipsiz kitaplar, sahipsiz düşünceler…. Misafirlerine ikram konusunda her türlü inceliği düşünerek uygulayan ama zihin dünyasını sürekli aç bırakmaya mahkûm eden bir insanlıkla karşı karşıyayız. Bizi idare eden yöneticilere de sormalı, bir öğün ikrama verilen ücret kadar acaba kitaplara, düşüncelere harcandı mı diye? Bize ait olmayan, olacak gibi de görünmeyen özgün düşüncelerin yazar ve şairlerin isimleri her tarafta anılırken, bizler de sadece alıntı yaparak nakil işçiliğini yapan ve bununla da övünen insanlarız.
Azla yetinmeyerek, her zaman daha büyüğün arkasına takılmanın gururuyla yolumuza devam ederiz. Kendimizi daha da ileriye taşımak isteriz. Eğer büyük ideallere varmak istiyorsak unutmamamız gereken bir durum vardır. O da büyüğün, küçükten çimlendiğini hiçbir zaman unutmamamız gerçeği. Başarıya götüren bir asansör de icat edilmediğine göre durum bundan ibarettir.
Yanlış anlaşılmasın, kavgayı seven bir milletiz. Hararetli savunduğumuz ideolojilerimizi, kavga aracı olarak kullanırız. O kadar gereksiz tartışmalarla ömrümüzü yeriz ve sonunda da bitiririz. O da yetmez şiddete ve hatta ölüme kadar götürürüz bu işi. İnadına yaparız. Acaba savunduğumuz değerler, yalan yanlış bir köşeden aldığımız düşünceler olmasın. Karşımızdaki insanları, sindirmek, kabullendirmek, inandırmak için canla başla mücadele veririz. Kendisini dinlemediğimiz, adını dahi duyduğumuzda kaçtığımız çağdışı diye nitelendirdiğimiz bir ideoloji, bir bakarsınız zamanla toplumun istediği bir sistem -yaşam tarzı- oluvermiş. İstemediğimiz düşünceler olduğunda açık açık hiçbir zaman tartışılmadan, rafa kaldırıldığına şahit oluruz. Çoğu zaman bizleri bazı saçma sapan düşüncelerle korkutmaya çalıştılar. Hayatımızın baskı altına alınacağı ile ilgili yaygaralar kopardılar. Bunu hem toplumda ve hem de ekranlarda yaptılar.
Bugünlerde moda oldu. ‘Hiçbir şeye bağlanmamak’ modası. Modayı ülkemizde estirenler amaçlarına kıs kıs gülerek hain emellerine bir bir ulaştılar. Hali vakti yerinde olanların fakir fukaralara verdiği zekâtlar, sadakalar, bağışlar, her türlü yardım elleri, hain zihniyetten dolayı sekteye uğradı. Bu konuda beğendiğimiz, beğenmediğimiz her türlü düşünce, eseriyle varlığını kanıtlamış ve toplumda oluşturduğu dizgelere dayanarak eserini oluşturmaya devam etmiştir. Olan topluma/insanlığa olmuştur.
Görüşünü, düşüncesini hayat rehberimiz kutsal kitabımıza göre tanzim etmeyen, belli bir yere oturtamayan topluluk, kendini -er ya da geç de olsa- bir gün boşlukta bulur, hiçbir zaman yönünü saptayamaz, ileriye doğru hayatta kararlı bir yol çizemez ve şarlatanların ellerinde maskara olur, çıkar. Ondan sonra artık kendi özünü kaybederek başkalarının yedeğinde olurlar. Artık onların bağımsız kişiliklerinden de söz edilemez.
***
Rabbim bizleri dosdoğru yoldan ayırmasın.