İnsan son derece kompleks ve parçalanmaz bir varlıktır, bir bütündür.
Yaratılan her varlık kendi çapında ister akademik olsun/olmasın kendini tanımak için gayret gösterir. Buna mukabil her geçen gün de bilinmeyen yönlerimiz ve özelliklerimiz ortaya çıkmaktadır. Ama itiraf edelim ki, bu konudaki cehaletimiz çok büyük. Çünkü iç dünyamızda henüz bilinmeyen yönlerimiz, bölgelerimiz mevcuttur.
Yaratılan -bizler- yeryüzünde Yaratan’ın halifesiyiz.
Yaratan tarafından sunulan en büyük imkân bilgidir, ilimdir. Bilgi, Yaratan’ın yaratılana bahşettiği en güzel armağanlardan biridir.
Sınırlı bir güce sahip olan bizler, Yaratan’ın yardımı olmadan hiçbir şey yapamayız. Ancak Yaratan’ın belirttiği plan dâhilinde kendi işlerini yürütebilir. Ama yaratılan bunun dışına asla çıkamaz. Yaratılan, kendisine verilen nimeti, kontrol fonksiyonuna sahip olan irade mekanizmasını kullanabilir.
Yaratılanın en büyük özelliği, sahip olduğu, en çok ağır basan özelliği düşünme kabiliyetidir, manevi düşünce yapısıdır. Bundan dolayıdır ki, yaratılanın en büyük hedefi, bilmediğini bilme arzusudur. Ama bu arzu, kişiyi tedirgin etmektedir. Çünkü bilginin peşinde her zaman birçok yığın amaçlar ve istekler gizlidir. Dünyadaki ideolojik, düşünce sistemlerini omuzlayan ve medeniyetleri ayakta tutan yegâne unsur yaratılandır. Buradan hareketle yaratılan, dünyada her şeyin ölçüsü olmalı. Ama ölçü olması gereken yaratılan, tam tersine dünyada bir yabancı konumundadır. Kendi fıtratına dair adamakıllı bir bilgiye sahip değil. Kendisi ile ilgili teşkilatlanmayı dahi bilememektedir.
Yaratılanın yaşamında herhangi bir ikilem yaşamadan tek bir yol gerekliydi. Mutlak manada gerekli olan ve aynı noktada birleşerek yaratılanı gerçeklerin yanına götüren tek bir yol. Maalesef bütün nimetleri bahşeden Yaratan’dan uzaklaştıran farklı yollara sapan, ikilemler yaşayan bir nesille karşılaşıyoruz. Bu ikilemi yaşayan nesil, Yaratan’ın bize armağanı kutsal kitapla, yaşanan kitabı olan fıtrat arasında bir uyumsuzluk olmadığını bir türlü göremedi. Çünkü yeni nesil İslâm düşüncesini kavrayamamışlardı. Hâlbuki İslâm düşüncesi; her türden ön yargılardan uzak, kişiye özel yaklaşımları bir kenara iten, olduğu gibi olayları ve durumları ele alan, değerlendiren bir düşünce sistemiydi. Asıl gerçek olan yaratılanın kelamını değil, Yaratan’ın kelamından hareket eden bir sistemi ele almak gerekliydi.
Düşünce sistemlerinde beden ve ruh ikilemini aşamayan kişiler, sıkıntı çekmektedirler. Her iki unsur, birbiriyle iç içe girmiş ve karışmıştır. Bağımsız olarak ele almak son derece sakıncalıdır. Çünkü yaratılanın bünyesi, tek bir yapıya sahip. Ruh ve beden arasındaki bütünlüğünü görmek gerek.
Bir avuç çamurdan oluşturulan bir bedenle, ilâhi soluktan ibaret olan ruhtan meydana geldiğinin şuurunda olan, ikilem yaşamayan, bu iki unsur arasında denge kuran yaratılan, işi çözmüş demektir. Ne melek olma yolunda, ne de çamura bulanan şeytan olma arasında ikilem yaşamamak esastır. Vasat olanı/orta yolu tercih ederek, orta/ortak bir noktada buluşmak gerekir.
Ortak bir nokta ise ibadettir. Çünkü ibadet, ruh ile bedenin birleştiği bir eylemdir. Yaratılanın Yaratan’ına yönelerek, yaptığı her iş bir ibadet olarak kabul edilmektedir. İbadet, beraberinde yardımlaşma ve dayanışma ruhunu doğurur.
Bedeninin tamamıyla çamurun, toprağın oluşturduğu elementlerden meydana gelmesiyle, ikilemden uzak, alnını rızasını kazanmak uğruna Yaratan’ın gücü ve kudreti karşısında eşiz bir secde halini yaşayan biri olmamız ümidiyle…
Hoşçakalın. Dostça kalın. Bir an önce ikilemden kurtulmaya çalışın.