İçinde yaşadığımız ortamda neyin doğru ya da neyin yanlış olduğu meselesini bir mantık problemi ya da bir felsefi problem olarak gündeme almamızın hiç kimseye bir yararı olmayacaktır. Çünkü ilk insandan itibaren kıyamete kadar sürecek olan bir tartışma konusudur. Yaratan’a göre mutlak doğru ya da mutlak yanlış kişilere göre değil, Müslümanların beslendikleri kendi inanç kaynakları olan Kur’an ve Sünnetten aldığımız asıl öğrendiklerimize göredir. Diğer bilgiler, bunların yanında hiçbir değer ifade etmemektedir. Kur’an ve sünnette kullanılan o dildeki mükemmellik, düşüncede yüksek seviyeyi ifade eder. Basit bir varlığın becerebileceği bir iş değildir.
Kur’an ve Sünnet referansıyla dar kalıplara zindan etmeyeceğimiz/edemeyeceğimiz zihni esnek tutmak esastır. Çünkü ebedi bir akış içinde bulunan hayat serüvenimiz, mutlak doğru ya da mutlak yanlış olmayan düşünceleri/üretilen fikirleri hep gerisinde bırakacaktır. Ürettiğimiz fikirleri esnek olarak korursak, içinde yaşadığımız hayatla ters düşmeyi bir nebze de olsa önleyecektir. Bu esneklik sayesinde belki de söylediğimiz, paylaştığımız sözler, reel sözler olmayabilir. İleride paylaşacağımız sözler; içimizde sakladığımız, söylemeye cesaret edemediğimiz ya da ortamını bulamayıp söyleyemediğimiz sözler de olabilir.
***
Bütün canlılarda fıtratın gereği olarak hep güzele bir eğilim vardır. Ama güzele eğilim sadece insana has bir şey değildir. Hayvanlar bile kendi ölçülerinde güzellikten zevk duymaya, bununla da kalmayıp güzel olan ne varsa inşa etmeye çalışırlar.
Toplumda güzeli inşa etme, hizmet adına piyasaya çıkan ve tezgâhlarında insanlara dilleri döndüğünce İslam’ı anlatmaya, pazarlamaya çalışan fedakâr, cefakâr cemaat ehlinin bulundukları camianın sorumluluğunun paylaşımı neden sadece belli bir tabakanın güdümüne bırakılır? Ortaklaşa paylaşılmaz. Neden sınırlı/kısıtlı sorumluluk tercih edilir? Bütün kesim aynı karede yer almak isterken, aynı yolun yolcuları, aynı güzergâhta giderken, tek ses olup koroda yer alarak, sesini, varlığını, samimiyetini duyurmak varken belli tabakanın sektesine uğrayarak, işi çığırından çıkarır. Bu manzara karşısında saha dışında kalanların üzerinde iyi intiba bırakmayan durumda yalnızlığı, doğruları tek başına haykırmak isteğini görürüz. ‘Birlikten kuvvet doğar.’ atasözünü bir kenarda bırakarak, yoluna yalnız olarak devam eder. Hâlbuki neye meylettiğimiz, duygularımızı kime doğru eğdiğimiz önemlidir. Şahıslara mı yoksa Yaratan’a mı? Müslümanların, cemaat ehlinin, zihni berraklığı elde edebilmek için, hal ve hareketlerini İslam’a göre ayarlaması, İslami kurallara göre yaşaması içinde bulanık olan zihnine bir berraklık kazandırması esastır. Aksi halde kendi hayatını, kendini Yaratan kaynağa dönerek değil de, şahısların keyfi seçmelerine göre yaşamını idame ettirecektir. İnsanlara göre mi yaşamak, yoksa İslam’ın istediği bir şekilde mi yaşamak… Düşünce ve davranış biçimlerini batıl merkezden koparmayıp, sadece din ya da cemaat kisvesi altında İslam’da hiçbir zaman yeri olmayan hurafelere yaslanarak yaşamayı tercih edenlerin sonları er ya da geç hüsrandır. Tercihimiz, su götürmez bir gerçek olana örneğin zalim ve mazlum arasında kalan net olan bir durum gibi yaşam alanımız, üçüncü bir şıkkın olmadığı bir imtihan yeridir.
***
İmkânlarımız arttıkça, çeşitlendikçe çıkmazlarımız da buna paralel olarak artar. Çünkü yaşadığımız çağda bilgi kirliliği mevcut. Bilgi kirliliğini önlemek için de, bir sözün doğru ya da değerli olması, söyleyen kişinin bulunduğu durumuyla da alakalıdır. Cemaat lideri pozisyonunda olan şahısların, doğru olup olmadıkları konusunda tereddüt yaşayanların çözümü, söylemleriyle davranışlarının tutarlı olup olmadığı noktasıdır. Ki İslam, bu konuda birçok art niyetli kişilerce kullanılan bir alandır.
Yeni dikilen bir ağaç hemen sökülebilir. Fakat iyice kökleşip dal budak saldı mı onu birkaç pehlivan bile yerinden sökemez. Durum karşısında olumsuz tavrımız olabilir, ferdi takılabiliriz. Ama bu durum yineleniyorsa oluşacak düşünceyi kolay kolay kimse değiştiremeyecektir.
Pınar kaynağında iken kapatılabilir. Fakat sel olarak aşağıda kapatmanın, seli önlemenin imkânı yoktur. Tarihimizde de aynı durumlar farklı sonuçları doğurmuyorsa, sıkıntının kaynağını kendimizde aramalıyız. Sıkıntının başında müdahale etmeyip, çözüm odaklı olamadığımız müddetçe problem hiçbir zaman çözülemeyecektir ve sorunlar toplumda çığ gibi büyüyecektir.
***
Fertlerin Yaratan’a değil de kuvvete, paraya, şehvete, düşünce adamlarına, …vb taptıkları bir yüzyılda Kur’an ve Sünnet yolunun yaşamımızı düzenlemede yegâne unsur olduğunu öne sürmek, bununla yetinmeyip kendi bireysel hayat düzenimizi vahyin getirdikleri ve gerektirdikleri doğrultusunda, ondan hiçbir zaman ayrılmaksızın kurmak yönündeki düşünce ve tavırlar tuhaf, anormal görülecektir. Bu şekilde bakanlar/bakmaya alışanlar yalnız cemaat liderlerine değil de, Yaratan’a kullukta ısrar eden fert ya da fertlere normal olmadıklarını belli edecek bir tarzda bakacaklardır. Hâlbuki normal bakmak, hakikati görmek için algılarımız yeterli gelecektir. Şuurdan yoksun, ayık bir kafaya sahip olmayan ve akl-ı selim ehliyetine yaşı yeterli gelmeyen kişiler bunu hiçbir zaman bu gerçeği fark edemeyeceklerdir.
***
Bazı cemaat liderleri, her defasında Yaratan’ın rızasını kazanmak için işe başladıklarında besmele niteliği taşıyan ‘Emr-i bil marûf nehy-i anil münker’ cümlesini söylerler. Bu cemaat liderleri, iyiliği/doğruluğu söyleme cesaretini sergilemeyen ve kötülüğe/yanlışa göz göre göre seyirci kalmayı yeğleyen bir düşünce üreten, bununla da yetinmeyip strateji ve ilm-i siyaset kelimelerinin bozulmasına sebebiyet vermektedirler. Kendi parolalarıyla (Emr-i bil marûf nehy-i anil münker) çelişen ve en az üç hatadan sonra bilinçli olarak kendini toplum önünde bloke eden bir zihniyetle karşı karşıyayız. Yaratan’a rağmen, Yaratan’dan bir o kadar uzak yaşamı tercih edenlerin içinde bulundukları gemilerini farklı limanlara ulaştırma mücadelesini/kaygısını görmekteyiz. Ağızlarına yakışmayan, takvadan, huşudan ırak bir söylemle ‘Emr-i bil marûf nehy-i anil münker’ lafzını kullanır, dururlar.
Ehl-i cemaat biri, önce insanları hayra, iyiliğe davet eder. Cemaatine ya da cemaat liderine değil. Bu kişi elde edeceği kazancını, nereye davet edeceğinde bulmalıdır. Müslüman, İslam dairesindeki kişi içinde yaşadığı hayatın anlamını öğrenmeye çabalar ama kişinin önceliği ne olmalıdır?
***
Bir Müslüman ölümü bile trajik son olarak kavrıyorsa bu, yalnızca kendini bir günahkâr kabul etmesiyle tevbeye yer ayırmayan bir şüphe ile yaşamdan ayrılmasıyla açıklanabilir.
Eğer Müslüman Yaratan katında yerini bulsun diye bir talep de bulunup onun için çabalarsa, kazançlı çıkar. Aksi halde o kişi ziyandadır. İlkellik veren bu duygulardan kopamamışsa ziyandadır. Küçük hesaplara kanmadan, yüce ve gerçek olan değerlere elini sunmaya çalışırsa, ciddi anlamda kazançlı çıkacaktır.
***
Ömür sermayesini çılgınca tüketen kişiler, hayatın bir tesadüf eseri mevcut olmadığı ve onun kendi mümkünleri içinde sürekli olarak hareket ettiği hususunda derin bir bilinç sahibi olmakla, Müslüman olmak arasında bir bağlantının olduğunu bilmelidir. Buradan hareketle diyebiliriz ki, bu bağlantının bilincine varan insanların oluşturduğu inanç bağı, aynı düşünceye sahip insanları birbirine yakınlaştırır. Birbirimizi anlamanın, her alanda yardımlaşmanın ve ortak bir güzergâh belirlemenin yolu da bu inanç birliğinden geçer. İnanç birliğimiz için de biz insanların dikkat edeceği ortak husus; hayatımızı, cemaat lideri şahıslara göre değil de Yaratan’a göre belirlememiz olmalıdır. Bu anlamda yaşadığımız müddetçe yapıp ettiğimiz her şeyin gücünü Yaratan’ın bir nimeti olan ‘iman’dan alırız.
Ramazan ayının, İslam âlemi olarak birlik ve beraberliğimizi pekiştirmesini ve imanımızı güçlendirmesini dilerim.
***
‘Kar taneleri doğadaki en kırılgan şeylerdendir ama bir araya geldiklerinde bakın neler yapabiliyorlar.’ (Vesta Kelly)
‘Bir araya gelmek, başlangıçtır. Bir arada durmak ilerlemedir. Birlikte çalışmak başarıdır.’
(Henry Ford)